25 Mart 2018 Pazar

Rock opera'ların atası: Jesus Christ Superstar


Günlerdir sabah akşam dinledikten ve konuştuğum herkese ballandıra ballandıra anlattıktan sonra artık blogumda yazıya dökme vakti geldi... 

Jesus Christ Superstar'a takmış durumdayım. 

Bu ismin bir anlam ifade etmediği okuyuculara şöyle özetleyeyim: Jesus Christ Superstar, müzikal denince akla ilk gelen dahiyane İngiliz ikili besteci Andrew Lloyd Webber ve söz yazarı Tim Rice'ın 1970 yapımı rock opera şaheseri. İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki son günlerini anlatan eser aslında üç bacaklı bir oluşum: 1970'te bir konsept albüm olarak kaydedildikten sonra 1971'de Broadway'de prömiyerini yapıyor ve 1973'te de filmi çekiliyor. Müzikalinin hâlâ dünya turneleri yaptığı ölümsüz bir eser bu.

Tim Rice aslında Judas'ın İsa'ya olan ihanetinden yola çıkarak bir eser yazmayı 15 yaşında kafaya koyuyor. Bunu 1970'te ileride Evita, Cats ve The Phantom of the Opera gibi birçok ölümsüz müzikale birlikte imza atacağı Andrew Lloyd Webber'le gerçekleştiriyor. İlk başta sahne için yazdıkları eseri Londra'da hiçbir yapımcı sahneye koymaya cesaret edemiyor. Zira sadece 4 yıl önce John Lennon'ın The Beatles için "İsa'dan daha popüleriz" demesi üzerine dünya çapında plaklar yakılmıştı ve gruba ölüm tehditleri savrulmuştu. 


Webber ve Rice, 1970

Bu bir anlamda çok iyi oluyor çünkü harika bir konsept albüm olarak ilk kez bir plak formatında çıkıyor Jesus Christ Superstar. Albümde konuşma yok, ufak diyaloglar bile şarkı şeklinde söyleniyor. Ana karakterler tabii ki İsa ve ona ihanet eden havarisi Judas Iscariot. İsa'yı cezalandıran Romalı vali Pontius Pilate ve İsa'nın takipçisi Mary Magdalene de öne çıkan diğer karakterler. 

Tim Rice, rock opera ve İsa deyince 1970'te gidilmesi gereken en doğru kişiye, Deep Purple'ın 25 yaşındaki solisti Ian Gillan'a gidiyor. Child In Time'daki performansından çok etkilenen Rice, Gillan'ı Webber'in yanına götürüyor ve konsepti anlatıyorlar. Gillan kabul ediyor ve kendi bölümlerini sadece birkaç saatte kaydediyor. Albümde parladığı şarkıysa tabii ki Gethsemane (I Only Want To Say). İsa'nın Judas'ın ihaneti öncesi Gethsemane bahçesinde Tanrı'yla konuşmasını anlatan şarkıyı en iyi Ian Gillan söyleyebilirdi zaten. Yeri geldiğinde kırılgan fısıltılarla yeri geldiğinde güçlü ve acı çığlıklarla İsa'nın şüphelerini Webber'in etkileyici müziği ve Rice'ın zekice sözleriyle canlandıran Gillan'ın kariyerindeki en iyi performanslarının başında geliyor bu şarkı. 

Gillan'a albümden sonra filmde oynaması için de teklif geliyor. Fakat kendisine teklif edilen paranın birkaç katını grubu Deep Purple'la sadece bir gecede kazanan Gillan'ın işine gelmiyor ve yoğun turne programını da göz önünde bulundurarak teklifi reddediyor. Bu yüzden Ian'ın İsa'yı oynadığı hiçbir görüntüsü yoktu geçen seneye kadar. Neyse ki 1970 yılında Gethsemane'yi söylerken çekilen bir tanıtım videosu düştü internete. Videoda bir yerden sonra görüntü ve ses uyuşmazlığı başlasa da Gillan'ın sadece sesiyle değil görüntüsüyle de İsa karakterini tamamladığını göstermesi açısından çok değerli.


Gillan'ın beyazperdedeki rolü reddedişi Texaslı oyuncu ve müzisyen Ted Neeley'nin kariyerini yükselişe geçiren bir olay oluyor. İsa rolüne seçilen Neeley, Gillan gibi bir rock şarkıcısı olmasa da yumuşak sesi ve duruşuyla şarkılara kattığı duygularla kesinlikle etkileyici. Öyle ki filmden sonra da yıllarca sahnede canlandırdığı bu rolü bugün 75 yaşında da oynamaya devam ediyor. Onu izledikten sonra Hristiyanlığa geçiş yaptığını söyleyenler var. Aşağıdaki 2006 performansını izledikten sonra sizde de bu derece bir etki bırakır mı bilmem ama en azından tüyleriniz diken diken olmuyorsa hislerinizden şüphe ederim. 63 yaşındaki Neeley hâlâ o kadar etkileyici ki rol arkadaşları bile gözyaşlarını tutamıyor:



Neeley'nin yıldızını parlatan ve Norman Jewison tarafından çekilen 1973 filmi eserin orijinaline oldukça sadık. İncil'de anlatılan hikâyenin bir kısmına Judas'ın gözüyle bakarak farklı bir bakış açısı getiren eser, İsa'nın insani yönlerine odaklanıyor ve Judas'ı yıllarca gösterildiği gibi saf kötü olmanın ötesine geçiriyor. Film uyarlaması da bu modern bakış açısından nasibini alan sinematik detaylarla dolu ve bu yüzden "Dünyaya gelmek için neden böyle eski bir zaman ve garip bir ülke seçtin? / Milattan önce 4. yılda İsrail'de kitle iletişim araçları yoktu"  diyerek beyaz takım elbisesiyle şarkı söyleyen Judas filmde de hiç sırıtmıyor. Film ayrıca içinde hikâyeyi zenginleştiren birçok anakronizm bulunduruyor: otobüsle Kudüs'e gelen hippiler, mor atlet giyen Romalı askerler ve Judas'ı kovalayan tanklar gibi. Hosanna gibi neşeli bir şarkıda halkın "Won't you die for me?" dediği anda İsa'nın tereddütlü yüzüne yaklaşan kameranın bir saniyeliğine donması da filmin temasını bir saniyede anlatan güzel bir detay olarak yönetmene şapka çıkarttırıyor. Konsept albüme seslerini veren Yvonne Elliman ve Barry Dennen yine sırasıyla Mary Magdalene ve Pilate rolleriyle karşımıza çıkarken albümde Murray Head'in başarıyla seslendirdiği Judas karakterine filmde yetenekli şarkıcı Carl Anderson hayat veriyor. 



Jesus Christ Superstar'ın özellikle muhafazakar kitleler tarafından beklenildiği kadar olumsuz tepki almamasının birçok nedeni var. Aslında hiçbir grubu ya da kişiyi aşağılamadan olayların psikolojik, toplumsal ve siyasi boyutlarını gösteriyor. Pilate'ın İsa'yı çarmıha germek istemediği hâlde toplum baskısı nedeniyle buna boyun eğişini anlatan Trial Before Pilate'ta insanın hem kanı donuyor, hem öfkesi kabarıyor hem de acıma hissi en üst seviyelere çıkıyor. Karakterine uygun bir şekilde daha folk türü şarkıları seslendiren Mary Magdalene'in bir müzikal klasiği I Don't Know How To Love Him'de bütün sevgisini, korkularını ve kafasını karıştıran duygularını sanki kendimiz hissediyormuşuz gibi dinliyoruz. Daha sert ve neredeyse nevrotik şarkıların sahibi Judas'ın aslında İsa'yı çok sevdiğini ama olayların varacağı boyuttan korktuğu için ona ihanet edeceğini müzikalin ilk şarkısı Heaven on Their Minds'da anlıyor ve filmin sonuna kadar bütün motivasyonunu ve pişmanlığını bunun gibi leziz şarkılarda gözlemliyoruz. 

Bu eser, kendini görsel ve işitsel bir şölen olarak izletmenin yanı sıra İsa, İncil, Kudüs, Roma İmparatorluğu, dinler ve tarih üzerine ufuk açacak araştırmalar yapmaya da itebilir insanı. Kendinizi benim gibi İncil'i okuyup araştırırken bulabilirsiniz, doğaldır, endişelenmeyin. Bu eseri anti-semitist veya "misyoner kafasıyla yazılmış" şeklinde yorumluyorsanız mesajı almamışsınız demektir. Burada her şeyden önce bir hikâye var, ne kadarı gerçek ne kadarı değil orası inancınıza ve hayal gücünüze kalmış, tıpkı hayatta her şeyde olduğu gibi. Bir kere ortada yıllarca aynı şekilde öğretilen dogmatik bilgilere cesurca getirilen çağdaş bir yorum var. Sanat bu değildir de nedir? 

Jesus Christ Superstar'ın en modern yorumuysa manidar olarak bu Paskalya'da geliyor. 1 Nisan'da NBC'de canlı yayımlanacak yapımda İsa'yı John Legend, İsa'yla dalga geçen Kral Herod'ı da Alice Cooper oynuyor. Modern uyarlamalar genelde fazla cilalanmış görünüp biraz gözümü korkutur ama bunun yapımcı koltuğunda Andrew Lloyd Webber'in olması güven veriyor:



Fakat bu yorumu değerlendirmeden önce sırayla gidin; önce albümü dinleyin, sonra da filmi izleyin. Buyurun, albüm burada:



BONUS: Murray Head'e hep yeterince değer verilmediğini düşünürüm. Jesus Christ Superstar'ın albüm versiyonunda Judas'ı bütün çılgınlığıyla seslendiren şarkıcı kendisinden sonraki Judas'ları fazlasıyla etkilemiştir. Kendisi daha sonra 80'lerde de başka bir Webber & Rice klasiği Chess müzikalinde One Night In Bangkok hitiyle de karşımıza çıkmıştı, bilenleriniz vardır. Ben JCS'nin en meşhur şarkısı Superstar'ı söylediği versiyonu buraya bırakayım ve yazımı sonlandırayım:




17 Aralık 2017 Pazar

Huzur ve kaçışın müzikteki adresi: Exotica

Martin Denny'nin türe adını veren 1957 tarihli albümü

2017'nin son günlerinde en iyi albüm ve en iyi çıkış yapan sanatçı listeleri yapıladursun, ben sizi çok özel bir müzik türüyle tanıştırmak istiyorum. Dinlediğiniz anda size meditasyon yapmış hissi yaşatan ve uzak diyarlara götüren bir müzik...

Türün adı: exotica. 1950'lerin başında ABD'de ortaya çıkan tropikal caz formunda ve genelde enstrümental ve hafif tempolu bir müzik türü bu. Lounge, chill out ve meditasyon müziği tarzına da yakın olan exotica'nın öne çıkan özelliği; piyano ve flüt gibi klasik enstrümanların yanı sıra marimba, bongo, conga, ukelele ve bambu çubuğu gibi etnik çalgıların da kullanılması. Aynı zamanda ormanların egzotik havasını canlandırmak için tropikal kuş sesleri ve maymun çığlıklarıyla da karşılaşılabiliyor bu türün şarkılarında.

Adının da çağrıştırdığı üzere exotica, hem kullanılan bu enstrümanlarla hem de ritim ve melodileriyle uzak diyarların ve antik zamanların atmosferini oluşturmayı amaçlıyor. Tabii "egzotizm" göreceli bir kavram olduğu için bu tür bir Amerikalı için palmiye ağaçlarıyla bezeli adaları çağrıştırırken bir Avrupalı için "oryantalizm"i ve dolayısıyla Uzak Doğu'yu çağrıştırabilir. Aslında 1950'lerin başında ABD'de çıktığı için exotica ağırlıklı olarak Polinezya adaları, Karayipler ve Hawaii'nin atmosferinin canlandırıldığı bir türdür. Pasifik adalarının Tiki kültüründen ve Haiti'nin Voodo kültüründen izler barındırır. Bir yandan da Afrika, Güneydoğu Asya ve Güney Amerika'dan da esintiler taşır.

Peki bu tür nasıl ortaya çıkmış, nasıl popüler olmuş? '50'li yılların ABD'sinde banliyölerde oturan orta yaşlı ve orta gelir düzeyine sahip, II. Dünya Savaşı'na tanık olmuş insanları canlandırın gözünüzde. Bu insanlar ABD'nin Pasifik'te sürdürdüğü savaşın hikâyeleriyle büyümüş, hatta bazıları denizlerdeki bu savaşlara bizzat katılmıştı. Seyahat imkânları da kısıtlı olunca hayallerinde yarattıkları bu egzotik dünyayı evlerinde canlandırmalarını sağlıyordu exotica müziği.


Türün ilk örneği olarak ABD'li müzisyen Les Baxter'ın 1951 yılında kaydettiği Ritual of the Savage albümü kabul edilir. Baxter'ın izinden giden Martin Denny ise Baxter'ın Quiet Village şarkısını da coverladığı 1957 tarihli albümlü Exotica ile birlikte bu türün babası olarak anılmaya başlar. Yma Sumac, Arthur Lyman ve Bas Sheva gibi müzisyenlerle birlikte exotica türü popülerleşmeye başlar ve 50'li ve 60'lı yıllarda bu türde milyonlarca plak satılır. Hoş, ben evde ne zaman bu müziği çalsam annem hep küçüklüğünde babasının pikabında bu tarz müzikler dinlediğini hatırlar. 

Mad Men 2. Sezon 11. Bölüm "The Jet Set"te Don ve Joy, dertsiz tasasız Kaliforniya villalarında

Ben ise bu türle birkaç yıl önce Mad Men sayesinde tanıştım. Benim için dizinin en iyi bölümlerinden olan 2. sezon 11. bölüm "The Jet Set"te ana karakter Don Draper'ın Kaliforniya'da bir grup egzotik ve göçebe hayat süren zengin insanla tanıştığı sahnelerde Martin Denny'nin Misirlou yorumu çalıyordu. Ortama o kadar uygun ve o kadar huzur vericiydi ki aslında eskiden beri çok yakın olduğumuz (Zeki Müren'in Yaralı Gönül şarkısı bu anonim melodinin Türkçe yorumudur) melodinin izini sürdüm. Böylece Martin Denny ve exotica dünyasına ilk adımlarımı attım.

Siz de bu dünyaya giriş yapıp kendinizi Hawaii sahillerinde palmiyeler altında içkinizi yudumlarken hayal etmek istiyorsanız şu albümden başlayın derim:

23 Nisan 2017 Pazar

Monterey Pop Festivali 50 yıl sonra Aşk Yazı'nı geri getiriyor

Woodstock'tan önce Monterey Pop vardı. "Summer of Love / Aşk Yazı" deyişinin çıktığı yaz, 1967'nin 16-18 Haziran tarihlerinde Kaliforniya'da düzenlenen festivale, rock festivallerinin atası diyebiliriz. Bütün müzisyenlerin para almadan gönüllü olarak yaklaşık 200.000 seyirciye çaldığı festival, 50. yılı şerefine bu sene aynı tarihlerde aynı yerde tekrar düzenlenecek. 

Nasıl ortaya çıkmıştı Monterey Pop Festivali fikri peki? Dönemin en önemli müzik yapımcılarından Lou Adler, Paul McCartney ve The Mamas & The Papas'la rock 'n' roll müziğin bir türlü caz müzik kadar saygın bir yere konumlandırılamadığından konuşuyordu. Bunun için Monterey Caz Festivali'ne bir alternatif olarak Monterey Pop Festivali'ni düzenleme kararı aldılar. Bir danışma kurulu kuruldu ki kimler yoktu ki içinde: Paul McCartney, Mick Jagger, Rolling Stones'un efsane yapımcısı Andrew Loog Olham ve Paul Simon sadece birkaçı...

Bu danışma kurulundan Paul McCartney ve Andrew Loog Olham, Jimi Hendrix'in festivalde çıkmasını öneren isimlerdi. Onlar olmasaydı Jimi Hendrix bu kadar popüler olmazdı büyük ihtimalle. Zira o sıralarda İngiltere'de yeni yeni tanınmaya ve sevilmeye başlanan ikon henüz  ABD'de pek tanınmıyordu. Grubu The Jimi Hendrix Experience ile Monterey Pop'ta gitarını yaktığı meşhur performansını sergilemesinin ardından hem festivalle hem de o "çiçek çocuk" dönemiyle özdeşleşen isimlerin başında geldi.



Janis Joplin de aynı şekilde Monterey Pop ile ünü yıldızlara ulaşan isimlerdendi. Columbia Records, Joplin ve grubu Big Brother & The Holding Company'nin bu festivaldeki performansından etkilenerek grubu bünyesine dahil etmişti. Festivalde ayrıca The Grateful Dead, Simon and Garfunkel, Jefferson Airplane, The Who, Otis Redding, The Animals ve Ravi Shankar gibi önemli isimler de yer almıştı.

Festivale katılan isimler kadar katılmayanlar da ayrı bir meseledir. The Beach Boys ilk başlarda çıkacak gibi görünse de Brian Wilson'ın psikolojik sorunları ve Carl Wilson'ın başının askerlik yüzünden dertte olması nedeniyle çıkamadı. Bu hayal kırıklığı grubun bir sonraki albüm satışlarına da olumsuz olarak yansıdı. Bob Dylan, geçirdiği motosiklet kazasından hâlâ toparlanamadığı için daveti reddetmek zorunda kaldı. Beatles ise yaptıkları müziğin artık sahnede icra edilmesinin zor olması sebebiyle katılmadı. Rolling Stones ve Donovan da uyuşturucu olayları nedeniyle çalışma vizeleri çıkmadığı için katılamayanlardan. Yine de Brian Jones bütün ihtişamıyla izleyici olarak katıldı festivale, hatta Jimi Hendrix'i bizzat kendisi sahneye davet etti.



ABD'nin yarattığı kapitalist sisteme müzikle, dansla ve sevgiyle karşı çıkan hiç de azımsanamayacak bir grup gencin buluşma noktası oldu Monterey Pop Festivali. Kendinden sonraki Woodstock gibi ticari olmayışı da festivali daha saf hâle getiren detaylardan biridir. Hippie'lerin marşı diyebileceğimiz San Francisco (Be Sure to Wear Flowers in Your Hair) de bu festivalden çıkmadır. John Phillips'in yazıp Scott McKenzie'nin söylediği bu şarkı, Aşk Yazı'nın özeti gibidir bir nevi:



Bu ilham verici festivali 50. yılında anmak için fikir babası Lou Adler ve organizasyon şirketleri Another Entertainment ile Goldenvoice Present bir araya geldi ve artık karar kesin: Monterey Pop, bu sene yine 16-18 tarihleri arasında 2017 versiyonuyla müzikseverlerle buluşacak. 50 yıl önce aynı festivalde sahne alan Eric Burdon & The Animals, Booker T., The Grateful Dead'den Phil Lesh'in yanı sıra Jack Johnson, Leon Bridges, Regina Spektor ve babası Ravi Shankar'ın anısına Norah Jones da sahne alacak isimler arasında. İlki kadar görkemli olması beklenmese de heyecan verici bir etkinlik olacağı kesin. Biletler taze satışa çıktı, gidebilen gitsin ve saçına çiçek takıp festival ruhunu yaşasın diye. Ayrıntılı incelemek isteyenler buraya gidebilir.

Festivalin 50. yıl kutlamaları kapsamında usta yönetmen D. A. Pennebaker'ın belgelediği film de ABD'de sinemalarda gösterilecek. The Animals'ın festivale ithaf ettiği Monterey şarkısı eşliğinde belgeselin fragmanını izleyin ve kendinizi üç dakikalığına orada hayal edin:

  

28 Şubat 2017 Salı

Amadeus, orkestra eşliğinde beyazperdede


Tam 7 yıl olmuş  Amadeus'u izleyeli. Hayatımı değiştiren filmlerin başında geliyor. Peter Shaffer'ın aynı adlı oyununun 1984'te filme uyarlanmış hâli Amadeus. Miloš Forman'ın yönetmenliğinde ve Saul Zaentz'in yapımcılığında bir başyapıta dönüşen film tam 8 Oscar ödüllü. En İyi Erkek Oyuncu ödülüne birlikte aday olan iki isim, yani Tom Hulce (Mozart) ve ödülü kazanan F. Murray Abraham (Salieri) bu filmle kariyerlerinin doruk noktasında. Filmle iç içe geçen Mozart'ın müziği sayesinde etkileyicilik dozu en yüksek seviyelerde. Öyle ki Sir Neville Marriner yönetimindeki soundtrack, 6.5 milyondan fazla satarak tüm zamanların en popüler klasik müzik kayıtlarından biri.

Amadeus'un 24-25 Şubat'ta Zorlu PSM'de orkestra eşliğinde gösterimi olacağını duyduğumuzda arkadaşlarımla hemen bilet aldık. Hatta ben konsepti öğrenmeden önce film hiç gösterilmeyecek, sadece orkestra soundtrack'ini çalacak sanıyordum. Meğer tam tersi film orkestra eşliğinde izleniyormuş. Özellikle bu filme ve film sayesinde Mozart'a aşık olan benim için heyecan verici bir deneyim olacağı belliydi. 

Film, Mozart'ın Don Giovanni operasının uvertürüyle ve Salieri'nin Mozart'ı öldürdüğünü iddia eden çığlıklarıyla başladı. Ve tabii ki coşkulu 25. Senfoni... Daha ilk bu sahneden orkestranın çaldığını unutmaya başladım. Filmdeki her bir repliği ve notayı ezbere bilmemin verdiği alışkanlık ve orkestranın filmle uyumunun bunda etkisi olsa gerek. Filmde opera sanatçılarının söylediği aryalar ve günümüzde bulunması zor olan eski tip piyanoların çaldığı sahneler dışında müzik birebir çalındı. Bir-iki yerde senkronizasyon kaçar gibi olsa bile şef Ludwig Wicki hemen durumu toparladı. Bir yandan önündeki bilgisayardan filmi takip ederken bir yandan Orkestra İstanbul'u yönetti. Gökhan Aybulus ise filmin ortasında çalan 22. Piyano Konçertosu'nu ve filmin bitiş jeneriğine eşlik eden 20. Piyano Konçertosu'nu canlı canlı çalarak notaları özenle içimize işledi.



Filmi onlarca insanla dev perdede bir salonda izlemek, evde tek başına DVD'den izlemekten çok farklı bir deneyim. Mesela kendini delicesine Tanrı'yla yarıştıran Salieri'nin çılgın plânları ve gerçekleşmesine sevindiği kötü olaylar için "And you know what happened? A miracle!" demesi çok daha komik geliyor. Mozart'ın abartılı kahkahasına siz de karşılık veriyorsunuz perdenin öteki tarafından adeta. Filmin sonunda Lacrimosa eşliğinde evdeki gibi hüngür hüngür ağlayamıyorsunuz, sessizlik ve peçete şart.

İçimde kalan tek şey, filmin Director's Cut olmayan versiyonunun gösterilmesiydi. Bu standart versiyonda film daha kısa. Çok büyük bir eksiklik olmasa da "olsaydı bazı şeyler daha iyi anlaşılırdı" denilen sahneler çıkarılmış. Filmi izleyenlere ve izlemeyenlere kesinlikle Director's Cut versiyonunu da izlemelerini öneririm. Pişman olmazsınız.

Gecenin sonunda kendinizi "Yahu Mozart bile ölmüş, ben ölmüşüm ne yazar?" derken bulabilirsiniz. Benim gibi filmin perde arkasını anlatan The Making of Amadeus'u izlemişseniz, filmi özel yapan ufak detayları hatırlayıp ekibe tekrar hayran kalabilirsiniz. Tom Hulce'ın film boyunca piyano çalarken her bir notayı doğru bastığını ve hiç dublör kullanmadığını mesela. Ya da Elizabeth Berridge'in (Constanze) defalarca çekilen "Nipples of Venus" şekerlemelerini yediği sahnede artık yemekten bıktığı halde "They're wonderful!" demesinin zorluğunu. Filmle ilgili tüyleri diken diken eden bilgilerden birini hatırlayacaksınız belki opera sahnelerinde: filmde kullanılan opera salonunun iki yüz yıl önce bizzat Mozart'ın Don Giovanni'yi yönettiği salon olmasını.

Bu özel filmi kendine yakışır bir şekilde özel bir deneyimle biz seyircilere sunan, emeği geçen herkese teşekkür etmek isterim buradan. Tabii ki filmi yaratıp gerçekleştirenlere de. Ve elbette o güzel müzikleri yaratan çılgın ve sevgili Wolfie'ye de...




7 Ocak 2017 Cumartesi

La La Land: Modern bir peri masalı


"...Are you a lucky little lady in the City of Light
Or just another lost angel?
City of Night, City of Night..."

La La Land'nin baş kadın karakteri Mia beyaz perdede Los Angeles'a gelip oyuncu olma hayalleriyle belirdiğinde The Doors'un L.A. Woman şarkısından bu sözler geldi aklıma.

Işıklar Şehri, Melekler Şehri, La La Land... Los Angeles gibi büyülü bir şehir için takılacak ne çok lâkap var, değil mi? E, hak ediyor. Damien Chazelle de bu şehrin büyüsünü retro ve modern hâliyle buluşturup müzikli, danslı, masalsı ve asla "cheesy" olmayan romantik bir hikâye; bir görsel-işitsel şölen yaratmış.

"Cheesy" olmayan romantik bir hikâye kısmı çok önemli çünkü hele bir de müzikalse bayat ve yavan bir aşk hikâyesi hiç mi hiç çekilmiyor. Ama La La Land bundan çok uzak; bir yandan tesadüfler, müzikler, danslar ve hatta direkt göndermelerle eski Hollywood filmlerine göz kırpıyor bir yandan da hayalleri uğruna aşktan bile vazgeçebilecek derecede modern bir çiftin portresini çiziyor.

Mia oyuncu olma hayaliyle, Sebastian ise bir caz kulübü açma hayaliyle Los Angeles'a yerleşen iki genç. Birkaç karşılaşmadan sonra birbirlerini tanımaya ve istemsizce birbirlerine çekilmeye başlıyorlar. İkisi de sanatları konusunda o kadar tutkulu ki onları bir araya getiren etkenlerden birinin bu tutku olduğu çok açık. Mia, bilerek Casablanca filminin çekildiği mekânlardan birinin tam karşısındaki bir kafede çalışıyor, Sebastian ise sabah kahvesini inatla artık bir "samba & tapas" barı olmuş eski bir caz kulübünün karşısında içiyor.

Emma Stone ve Ryan Gosling'in uyumunu ve kendilerini adadıkları belli olan şarkı ve dans performanslarını alkışlamak gerek. İlham aldıkları Fred Astaire & Ginger Rogers'la kıyaslarken biraz merhametli olmak lazım çünkü dediğim gibi eski Hollywood'a göz kırpıyor, tıpkı onun gibi olmaya çalışmıyor. Bu çift çok daha mütevazi, modern ve samimi; üstelik bu filmde ön plânda olan onların hikâyesi - dans ve müzik değil. Dans ve müzik, hikâyelerini süsleyen ve hislerini anlamamızı sağlayan bir çerçeve. 



İşte bu yüzden La La Land'de bazı müzikallerdeki gibi abartılı koreografiler, saatlerce uzayıp giden şarkılar ve bunların yanında basit ve sığ kalan bir aşk hikâyesi bulmak mümkün değil. Ve yine bu yüzden müzikalden nefret ettiğini iddia eden (ben de tıpkı Sebastian gibi bir şeyden nefret etmenin fazla kolay ve düşünmeden söylenilen bir ifade olduğunu düşünüyorum) kişilerin de zevk alabileceği bir film. İnsanlar her iki sahneden birinde durduk yere şarkı söylemeye başlamıyor, şarkılar ve müzikler öyle güzel yazılmış ve öyle uygun yerlerde giriyor ki hiç sırıtmıyor ve hikâyenin bir parçası olarak yerlerini alıyor. 

Karakterleri buluşturan ve film boyunca yer yer duyduğumuz Mia & Sebastian's Theme gibi...Ya da benim favorim olan City of Stars... Şu ana kadar izlediğim en güzel film sahnelerinden birinde çalıyor: Sebastian aşık oluyor olmanın verdiği tuhaf bir sakinlik hissiyle tıpkı bir ninni gibi olan şarkıyı söylüyor iskelede, şehir ışıkları bir bir yanmaya başlamışken... Günün en güzel saati - güneş batıyor, hava mavi-mor... Zaten filme bu masalsı tadı veren de film boyunca kullanılan bu mükemmel mavi-mor tonları. Şarkı bir kez daha karşımıza çıkıyor filmde, bu sefer Mia'yla birlikte evde piyano başında bir düet yapıyorlar. Ryan Gosling, "klasik bir müzikal oyuncusu gibi mükemmel" olmadığı için mükemmel olan sesiyle, Emma Stone'a bakışlarıyla ve rahatlıkla piyano çalışıyla bu parçada ışıldıyor - bu arada kendisine film bittikten sonra aşık olmamak elde değil. 



Filmi en masalsı yapan sahnelerden biri de planetaryum sahnesi. Çiftin sinemada Rebel Without A Cause'u izledikten sonra filmde görülen planetaryuma gittiği ve aşklarının filizlenmeye başladığını en büyülü şekilde anlatan mini-fantastik sahne, bana Disney'in 1950 yapımı Cinderella'sını anımsattı. Mia ve Sebastian'ın valsi, tıpkı Prens ve Cinderella'nın balodaki valsi gibi romantik, masalsı ve dinlendirici- acaba eski Hollywood'a gönderme yaparken Disney filmleri de dahil miydi diye düşündürtmedi değil...



Film, eski Hollywood'a bir saygı duruşu niteliğinde oluşu, renklerin etkileyiciliğini kullanışı ve müzikal filmlere göndermelerle dolu oluşuyla Woody Allen filmlerini de anımsattı bana - Cafe Society ve Everyone Says I Love You'yu düşünün. Bir yandan da kendisi gibi başka modern ve orijinal bir romantik komedi olan 500 Days of Summer'ı düşündürdü - o bir müzikal değildi belki ama müzik fazlasıyla ön plândaydı hatırlarsanız. Fakat La La Land, 500 Days of Summer'a göre çok daha romantik ve tek taraf ağırlıklı değil aşk - tam tersi: Mia ve Sebastian, geçirdikleri zorluklara rağmen "Seni her zaman seveceğim." diyecek kadar sevgi ve minnet dolular birbirlerine.

Mia ve Sebastian'ın ilişkisi modern bir peri masalı çünkü klasik "adam ve kadın tanışır, aşık olurlar, zorluklar yaşarlar ama sonunda evlenip mutlu sona ulaşırlar" temasına birebir uymadığı hâlde o bildiğimiz masallar kadar büyüleyici ve romantik fakat çok daha zorlukla ve seçimle dolu. Günümüzde gençlerin kendi hayallerini öncelik sırasında ilk yere koyduğu gerçeğini hatırlatıyor film: iş ve aşkı bir arada yürütmenin zorluğunu da gösteriyor; hayallerin peşinden ne kadar süre koşmak gerektiğini, kader ve seçimler arasında çizginin bulanıklaştığı yerleri ve mutlu sonun ne olduğunu da sorgulatıyor. 

Özellikle filmin final bölümünde bu sorgulamalar doruk noktasına çıkıyor ve gözyaşları da filmin yaşattığı duygu seli gibi akıp gidiyor. Ama bu gözyaşları Love Story ya da Titanic'teki gibi acı ve üzüntü kaynaklı değil: anlayış ve farkındalık gözyaşları. Çocukluğumuzun peri masallarındaki gibi aşkların aslında olmadığını ve bunun bir sorun olmadığını; kötü bir şey değil tam tersine mantıklı olduğunu fark ettiğinizde çocukluk hayallerinizle birlikte akıp giden gözyaşları.


31 Aralık 2016 Cumartesi

Hello Goodbye, George Michael


Aslında 2016 benim için gayet iyi bir yıl oldu - pek çok sevilen ünlünün peş peşe hayatını kaybetmesi dışında. David Bowie'yle başlayıp George Michael'la biten (umarım yılın bu son günü buna yeni bir isim eklenmez) biraz uğursuz gözüken bir yıl olduğu evrensel bir gerçek.

George Michael da maalesef öldüğünde tanıştığım isimlerden biri oldu. Hep uzaktan tanıyordum onu, anlarsınız ya - varlığını bilirsiniz, bir-iki şarkısını bilirsiniz, hoşlanırsınız ama o kadar. Bundan hem biraz utanıyorum hem de o ebedi mirasından bir pay alabildiğim için seviniyorum - yani yüzyıllarca yaşayacak o müziğini takdir ede ede, zevk ala ala dinleyebileceğim için. 

Şimdi izin verirseniz, direkt ona hitap ederek devam etmek istiyorum:

George, bugün bütün gün seni dinledim. Bütün gün, sabah uyandıktan bu kelimeleri yazdığım gecenin 12'sine kadar. Careless Whisper... Ne şarkıymış. Zaten severdim, severdik "dünyaca", ama kaybedince değerini daha iyi anladığımız bir nesne mi oldu o da bir nevi? Neden bütün bir gün loop'a ala ala dinledim o zaman? Neden klibi izleyip sana hayran kaldım her izleyişimde? O saksafon solosu neden çok daha fazla etkiliyor beni yıllar önceki dinleyişlerime göre?



Yunan kökenli olduğunu da yeni öğrendim - zaten bir Yunan heykeli gibi güzel ve kırılgandın. Bu yüzden mi eşcinseldin, yoksa tam tersi mi? 90'lı yılların başına kadar eşcinsel ilişki yaşamamıştın aslında, bak bunu da öğrendim şu röportajdan - ne kadar kibar, dürüst ve sakin biri olduğun da bu röportajlarından belli oluyor. Özel hayatının bu kadar sık dile gelmiş olması fazlasıyla yorucu olmuş olsa gerek, ama dediğin gibi ünlü olmak için ödenen bir bedeldi bu da:



İyi biriydin, cömert ve düşünceli. Pek çok yere bağışta bulunuyordun, hatta bazı şarkılarının telif ücretleri bile belli kuruluşlara gidiyordu ama biz bunları şimdi öğreniyoruz - kimse bilmesin istiyordun. Alçakgönüllülüğün hayat bulmuş hâliydin.

O yumuşak ama güçlü sesinin ve yeteneğinin sınırı yoktu: bir yandan Jesus to a Child gibi şarkılarla duygusallaşıp Wake Me Up Before You Go-Go gibi eğlenceli şarkılarla enerji verip I Want Your Sex ile bir jenerasyona hep uzak ve ayıp görünen seks kavramını anlatıyordun. O dönemde yaşamamış olsam da apaçık ortada: o berbat ve zevksiz 80'lerin sayılı cool adamlarından biriydin. Hem romantik hem seksi... Cinsel kimliğin ne olursa olsun herkese hitap ettin - kadınların da erkeklerin de deli olduğu sayılı şarkıcıdan biriydin.

Last Christmas'ı dinlerdik arkadaşlarımla Noel'de, önce dalgasına fakat sonra farkında olmadan en sık dinlediğim şarkılardan olmuştu. Hiç tahmin etmezdim Noel'de kalbini gerçek anlamda vereceğini...

Seninle yeni tanıştık. Evet, seni bilirdim, Careless Whisper'ı dinlerdim ama hiç şimdiki gibi etkilemezdi(n) beni. Senden önce, senden sonra durumu sanırım... Hakkında öğreneceğim daha çok şey var. Şimdilik bu playlistin altını üstüne getirmekle yetiniyorum, sevgili George, eminim orada bir yerden gülümsüyorsundur bana ve milyonlarca hayranına. Ben de sana gülümsüyorum ve teşekkür ediyorum...



5 Aralık 2016 Pazartesi

Rolling Stones, yeni albümü Blue & Lonesome ile köklerine dönüyor


Hani demiştim ya 60'lı ve 70'li yılların en sevdiğim gruplarının çoğu ya çoktan dağılmış, ya artık albüm çıkarmıyor ya da turne yapmıyor diye? İşte Rolling Stones, bu kategoriye asla dahil olmayan tek grup olabilir! 52 yıldır çok fazla değişmeyen çekirdek bir kadroyla dimdik ayakta, sahnede ve stüdyoda... 11 yıl sonra toplama olmayan ilk albümleri Blue & Lonesome'ı 2 Aralık 2016'da yayımlayan grup, başladığı ve etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulmadığı yere geri döndü: blues'a.

Albüm kapağıyla başlayalım önce. İçinde icra edilen müzik türünün kendisi gibi mavi. Stones'un meşhur Tongue & Lips logosunun yer aldığı kapağın mavi olmasını istemiş Mick Jagger. Sunulan ilk mavi rengin tonunu beğenmemiş, canlı bir elektrik mavisi olsun istemiş. Ve karşınızda, ta-da! Ben kapağa bayıldım. Gerçekten mükemmel bir mavi tonu olmuş, albümdeki blues şarkılarının adı gibi hüzünlü olmayacağının habercisi gibi. Kapağı tasarlayanlara buradan selamlar.

Albüm, Rolling Stones'un içinde geniş bir blues seçkisi olan repertuvarından seçtiği 12 şarkıdan oluşuyor. Hepsi cover olan Chicago blues ağırlıklı şarkıları, grup bundan tam bir yıl önce turneye ara verip Mark Knopfler'ın Londra'daki British Grove Stüdyoları'nda birkaç günde kaydetmiş. Willie Dixon, Little Walter ve Howlin' Wolf, bu şarkıların sahiplerinden birkaçı. 

Albümü dinlerken sanki Rolling Stones'un '72 yılında kaydedilmiş bir albümünü dinler gibi hissediyorsunuz. Aynı enerji, aynı uyum, aynı tarz... Ama artık bu işte tam anlamıyla bir "pro" oldukları ve kimseye bir şey kanıtlamaya gerek duymadıkları için çok daha rahatlar. Mick'in yıllardır hiç değişmeyen ve blues'a pek yakışan sesi ve hareketli armonikası, Keith Richards ve Ronnie Wood'un uyumlu gitarları ve Charlie Watts'ın mükemmel ölçülü davuluna konuk bir efsane isim daha katılıyor: aynı zamanlarda aynı stüdyoda kendi albümünü kaydeden Eric Clapton. Everybody Knows About My Good Thing ve I Can't Quit You Baby'de gitar çalıyor Clapton. Daha mükemmel ne olabilir ki?

En ilgimi çeken cover, albümün son şarkısı I Can't Quit You Baby oldu çünkü bu şarkıyı 1969'da çıkan ilk albümlerinde coverlamış olan Led Zeppelin'den dinlemeye alışığım. Rolling Stones tarzında ve Eric Clapton'ın eşliğiyle dinlemek oldukça keyif verdi. Willie Dixon, Led Zeppelin ve Rolling Stones'dan sırasıyla dinlemek, şarkının zamansızlığını ve ilham vericiliğini görmek için güzel bir yol, benden tavsiye.

Rolling Stones, blues ile başlayan kariyerinde saykodelik müzik de yaptı country de, hard rock da yaptı romantik baladlar da söyledi. Ama blues etkisi hep hissedildi şarkılarında. Bir kere grubu bir araya getiren müzik blues'du, grubun adı bile blues ustası Muddy Waters'ın Rollin' Stone şarkısından geliyor. Bu albüm de grubun bu blues sevgisinin bir göstergesi. Mick'in dediği gibi, blues çaldıktan ya da dinledikten sonra bütün hüzün ve keder gidiyor. 2016'nın son günlerinde en çok ihtiyacımız olan şey de bu değil mi?


Bonus:

Albümden bir Eddie Taylor şarkısı olan Ride 'Em Down'ın klibi de taze çıktı. Her zamanki rock 'n roll coolluğuyla Kristen Stewart'ı mavinin mükemmel bir tonuna boyanmış (yine blues'a gönderme) bir Mustang'le Los Angeles'ta tur atarken görüyoruz. Blues'a çok uyuyor bence: biraz yalnız kovboy'luk, biraz özgürlük, biraz eğlence, biraz asilik... Sevdim!