30 Mayıs 2016 Pazartesi

Something, Do I Wanna Know ve bilinmezin çekiciliği

Bilinmeyen korkutucudur, ama her zaman çekicidir.

Bir düşünün, hayatta ne yapıyorsak meraktan yapmıyor muyuz?

Gezegenlerin keşfinden yeni tanıştığımız birini daha yakından tanıma isteğine kadar yaşamımızda verdiğimiz kararlar ve bunları takip eden pek çok aksiyon, hep dindiremediğimiz merak duygusunun emriyle gerçekleşir. Ve bilmediğimiz, bilmek istediğimiz, gizemli ve bir türlü çözemediğimiz şeyler hep daha heyecan vericidir.

“Bağdat’ı fethetmeye çalışmak, Bağdat’ın kendisinden daha mı güzeldi, ne?” demiş IV. Murat… Bazen bu sözün ne kadar doğru olduğunu düşünürüm.

Neden aşkların ta başlangıçtaki hâli en güzel zamandır? Henüz flörtleşmelerin bile dikkatlice ve suları test ederek yapıldığı zamanlar? Peki neden yıllardır sorunsuz ilerleyen bazı ilişkiler bir süre sonra taraflardan birinin karşısındaki kişiyi çok sevmesine rağmen başka birine ilgi duymasıyla son bulur?

Çok sevdiğimiz ünlü kişiler konusunda da bazen kendimizi bilinmezliğin çekiciliğine kaptırabiliriz mesela. O zamana kadar hakkında az şey bildiğimiz hâlde kafamızda yarattığımız imajı ve kurduğumuz hayalleriyle örtüşmediğini görürüz bazılarıyla tanışma fırsatı bulunca. Kanlı canlı görüp konuşunca aslında yücelttiğimiz kadar mükemmel biri olmadığını fark eder, hayal kırıklığına uğrarız.

Leyla ile Mecnun misali… Birini görmeden, iyice tanımadan ona obsesif bir şekilde bağlanmak, ona ulaşma yolculuğunda aslında kendini tanıyıp keşfetmek…

İlişkiler de böyle değil midir? Kendimizi istesek de istemesek de birine çekilirken buluruz ve o kişinin de aynı duyguları hissedip hissetmediğini, onda neyi çekici bulduğumuzu kendimize sorar dururuz. Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken kendimizi hasta bile edebiliriz çünkü bilindiği üzere aşkta her zaman mantık yoktur.

Tanımlanması ve kalıplara sokulması bu kadar güç bir şey olan aşkı ve aşk yüzünden kendimize sorduğumuz soruları ve girdiğimiz çelişkili ruh hâllerini sanatçılardan başka kim daha iyi anlatabilir?

***

İki İngiliz müzik grubu. İki şarkı.

İki grup da dönemlerinin en başarılı ve etkileyici grupları olarak tanımlanıyor.

İki şarkı da aşk ve belirsizlikler üzerine kurulu.

Şarkılardan ilki, Frank Sinatra’nın bile “son 50 yılın en iyi aşk şarkısı” olarak tanımladığı bir şarkı.

İkincisi ise günümüzde karşıdakinin duygularından emin olamamanın verdiği sıkıntıyı en basit, en şiirsel ve en vurucu şekilde anlatan; belki de bir jenerasyonun aşk marşı olan bir şarkı.

1968 yılında George Harrison, bir yıl sonra Beatles’ın kaydettiği son albümünde yer alacak olan Something şarkısını yazar. Şarkının ilham kaynakları arasında o dönemki eşi Pattie Boyd, Krishna ve Ray Charles var. Bu çeşitlilik George Harrison gibi spiritüel biri için normal; ona göre aşk, her yerdedir ve “Bir kadını severken, gördüğünüz şey o kadının içindeki Tanrı’dır.” Tatlı ve romantik bir aşk şarkısı gibi görünen bu şarkı, bütün şüpheleriyle, gözlemleriyle ve sorularıyla içinde gizli bir derinlik barındırıyor.

Something in the way she moves
Attracts me like no other lover
Something in the way she woos me
Somewhere in her smile she knows
That I don’t need no other lover
Something in her style that shows me
Something in the way she knows
And all I have to do is think of her
Something in the things she shows me

“Bir şey”… Bu kızdaki bir şey; hareket edişindeki, flört edişindeki, gülüşündeki, stilindeki, bildiklerindeki ve gösterdiklerindeki bir şey… Onda öyle duygular uyandırıyor ki:

Don’t want to leave her now
You know I believe and how
You’re asking me, will my love grow?
I don’t know, I don’t know
You stick around now it may show
I don’t know, I don’t know

Onu terk etmek istemiyor ama aşkının devam edip etmeyeceği konusunda garanti de veremiyor. Normali de bu değil mi?  İnsan doğası değil mi bu?

“Bilmiyorum, bilmiyorum…”

Bilmemeyi itiraf etmek kolay bir şey değil bizim için, güçsüz ve savunmasız görünmek istemiyoruz hiçbir zaman. Onun için içi boş vaatlerle kandırıyoruz birbirimizi.

“Ölüm bizi ayırana dek…” “Sonsuza kadar…”

Böyle büyük lafları kullanmayı çok seviyoruz, sanki bunları deyince aşkımız tükenmeyecek, hep aynı boyutta ve şiddette kalacak.

Yok öyle hayat!

Kendini aylarca, yıllarca meditasyona ve Hint felsefesine adamış sevgili George Harrison, işi çözmüş.

O, inançlı. Tanrı’ya inancı var, aşka inancı var, insanlığa inancı var. Ama etrafındakilere en iyisini verebilmenin yolunun, kendini belli sözlere bağlamamasından geçtiğinin farkında. Dıştakini anlamak için önce içine, en derinlere bakmak gerektiğini söylüyor. İnsanın değişebilen bir varlık olduğunu kabul ediyor. Kendini açıyor, savunmasız bırakıyor ki en doğal, en masum duyguları ortaya çıksın.

Yani kısaca “Ben seni seviyorum, neden bilmiyorum ama sendeki bir şey beni sana çekiyor. Aşkım daha ileri gidecek mi bilmiyorum ama istersen gel birlikte görelim…” diyor düz yazıya dökersek.

Ama boşverin kıssadan hisseyi… George, Beatles ile birlikte anlatsın aşkın en saf, en yüce 
hâlini…

Not: Klipte uzun saçları ve sakalıyla İsa’yı andıran kişi, George. Onunla bakışan sarışın, mavi gözlü çekici kadın ise Pattie Boyd. Sene 1969.

İkinci şarkımız, 2013’ten. Günümüzün en iyi şarkı yazarlarından biri olan Alex Turner, grubu Arctic Monkeys’in ağır top albümü AM’in açılış şarkısını yazarken acaba biliyor muydu bu şarkıyla binlerce yeni hayran kazanacağını ve kanaatimce müzik tarihine altın harflerle geçeceğini? Arctic Monkeys ile Beatles’ı karşılaştırmak ve hatta aynı kefeye koymak bana kesinlikle mantıksız gelmiyor çünkü tarzlarını pek çok boyutta ele aldığımızda benzerlikler görüyoruz. Bir şarkı sizi mutluluktan havalara uçuruyorsa, “Bunu bir insan nasıl yazabilir?” diye sorgulatıp insan ırkı adına gurur duymanızı sağlıyorsa, sonunda sizi anlayan biri olduğunu hissettiriyorsa ve gözünüzden bir damla yaş akmasına sebebiyet veriyorsa… O şarkıyı yazan grup; tüm zamanların en iyi grubudur! Ve Arctic Monkeys, ilk albümünden başlayarak bu duyguları benim gibi milyonlarca insana hissettirerek bu mertebeye çoktan ulaşmış durumda.

Beni grupla tanıştıran, “Ah, keşke önceden duysaydım da grubu tanısaydım ve İstanbul’a Rock ‘N Coke’a geldiklerinde kaçırmasaydım!” dedirten, ve bana ta Roma’da bir barda hayatımda ilk kez karaoke söyleten şarkı, Do I Wanna Know’dur.

Grubun eski hayranlarının bir bölümü nedense yeni hayranları ezmeye meyillidir. “AM albümünden önce grubu bilenler ve bilmeyenler” olarak ayrım yaparlar ve “Do I Wanna Know Arctic Monkeys’cisi” diye bir sınıfa bile sokarlar! Tıpkı “Nothing Else Matters Mettalica’cısı” ya da “Sweet Child ‘O Mine Guns ‘N Roses’cısı” gibi… Önce bu sınıflandırmayı komik bulurdum fakat şimdi gereksiz gelmeye başladı. Özellikle Do I Wanna Know’u dinledikten sonra sıkı bir Arctic Monkeys hayranı olduktan sonra. Bir şarkı, o grubu daha geniş bir kitleye ulaştırıyorsa ve bazı kişilerin grubu keşfetmesini ve grup sayesinde hayatlarının değişmesini sağlıyorsa… Bu neden alay edilecek bir şey olsun? Hatta grubun hayran kitlesi kazanmasını geçtim, bir kişi sadece o şarkıyı sevip hayatının sonuna kadar o gruptan sadece o şarkıyı dinlese bile bunun ne zararı var? Önemli olan, zevk almak değil mi? Şarkının hissettirdiklerine kendini açmak ve hazza boğulmak…

Belirsizlik konumuza dönersek…

Do I Wanna Know, adından da belli olduğu üzere sorularla dolu bir şarkı.

Have you got colour in your cheeks? diye başlayıp,
Do I wanna know if these feelings flow both ways? diye sorgulayan,
Ever thought of calling when you had a few? diye devam eden ve
Do you want me crawling back to you? diye “damardan” bir soruyla kapanışı yapan bir başyapıt.

Şarkıda adam, sevdiği kadına sorular soruyor, hareketlerini, duygularını sorguluyor ve kendi gibi hissedip hissetmediğinden emin olmak istiyor.

Been wondering if your heart’s still open and if so I wanna know what time it shuts

Ah Alex, keşke bilebilsek o kalbin kapısı ne zaman açılır, kapanır… Biz de merak ediyoruz senin gibi. O yüzden dinliyoruz ya bu şarkıyı. O yüzden bu kadar özdeşleştiriyoruz kendimizi bu şarkıyla, sen tam anlamıyla “duygularımıza tercüman” oluyorsun.

Aslında en büyük, en önemli soruyu kendisine soruyor burada: Do I Wanna Know? Yine George Harrison’ın “önce içine dön” felsefesine bağlayabiliriz bunu. Bilmek istiyor muyum? Gerçekten istiyor muyum senin de beni sevip sevmediğini? Yoksa böyle daha mı iyi, belki öğrenmesem daha iyi, daha az zarar görürüm?

Bilmek ya da bilmemek, işte bütün mesele bu…

Something ile kıyaslayınca Do I Wanna Know, çok daha karanlık ve çaresiz bir şarkı aslında. Şarkıcı resmen yalvarıyor, yakarıyor çelişkilerini ve isteklerini çözebilmek için. Sorularına son verme isteğiyle kıvranıyor. O kadar ki bu karışık durumdan, bilinmezlikten zevk bile alıyor olabilir. Bizim neslimiz özelikle böyle değil mi? İnsan ilişkilerinde bulanıklaşan çizgiler, “takılmaca” mı yoksa “uzun süreli ilişkiye giden bir yol” mu diye paranoyaklaşma derecesine gelen sorgulamalar, hep bir güçlü gözükme ve duygularını itiraf eden ilk kişi olmama isteği… Bu yüzden bu kadar sahiplenildi bu şarkı belki de. Bu yüzden loop’a alınarak dinleniyor birinden hoşlanınca, ayrılınca, ayrılamayınca, ya da hiç kimse olmasa bile. Bu şarkı gerek sözleriyle gerek her türlü müzik elementiyle dinledikten sonra gerçek anlamda yerlerde sürünmüş, hatta bir de üstüne tokat yemiş hissi bırakıyor.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Jimmy Page ile Londra'da Gerçeküstü Bir Akşam

15 Ekim 2014, hayatımın en heyecanlı ve inanılmaz günlerinden biri oldu.

Hayatta kişilik, tarz ve müzik açısından en çok beğendiğim insanlardan biri olan Jimmy Page'in 15 Ekim'de Londra'da canlı bir röportaj vereceğini duyar duymaz bilet almaya çekinmedim, çünkü o tarihte İngiltere'de olacaktım.

Tanımayanlar için Jimmy Page, tüm zamanların en başarılı rock gruplarından Led Zeppelin'in kurucusu ve gitaristi. Herkesin "Stairway to Heaven" şarkısıyla tanıdığı Led Zeppelin, 1969 yılında kurulmuş ve 1980 yılında baterist John Bonham'ın ölümüyle dağılmış bir grup. O yıldan beri sadece birkaç kere birleştiler, en sonuncusu kendilerinin de bağlı olduğu Atlantic Records'un sahibi, Türk olduğu için ismine pek aşina olduğumuz Ahmet Ertegün'ün anısına 2007'de Londra'da meşhur O2 Arena'da düzenlenen konserdi. 2 saatlik konseri internette izlerken bu tarihi ana tanıklık etmiş insanları kıskanmadım değil.

Anlayacağınız, bu adamları -her ne kadar solo kariyerlerine devam ediyor olsalar da- canlı izlemek, görmek çok zor. Özellikle Jimmy Page'i; çünkü sahnelerden uzaklaştı ve son birkaç yılını eski Led Zeppelin albümlerini restore etmeye ayırdı. Bir de bir "fotoğrafik otobiyografi" hazırlamaya, yani hayatını kendi seçtiği fotoğraflardan ve altına düştüğü küçük notlardan oluşan bir kitapta toplamaya. İşte Guardian gazetesinin müzik editörü Michael Hann'a vereceği ve seyircilerin de izleyebileceği canlı röportajı da bu kitabı tanıtmak için verecekti. Şanslıyım ki tam ben Erasmus için İngiltere'ye gideceğim zaman diliminde gerçekleşecekti bu olay!


Şunu kısaca belirtmem gerekiyor: Jimmy Page; şimdi mükkemmel bir şekilde beyazlamış olan uzun, siyah saçlarıyla, doğaüstü olaylara, Aleister Crowley'e ve Victoria dönemine olan merakıyla hep gizemliliğini korumuş bir sanatçı. Özel hayatından hiç bahsetmez, ancak tur menajerleri veya birlikte olduğu groupielerin yazdığı kitaplardan onunla ilgili bazı bilgilere ulaşılabilir. Led Zeppelin döneminde verdiği çok röportajı da yok, o yüzden o günlerde yaşadıklarını kendi ağzından dinlemek hayranları için büyük bir ayrıcalık olacaktı. Gitmeden 1 ay gibi bir süre önce, henüz Türkiye'deyken biletimi aldım ve 15 Ekim'i beklemeye başladım.

Hasta olmak için en güzel zamanı buldum ve büyük günden 2 gün önce gribin ilk sinyalleri gelmeye başladı. Ne yapabilirdim ki vitaminlerimi alıp Londra trenine binmekten başka? Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Londra Victoria istasyonundaydım. Sonra metroya bindim ve bir durak ötedeki Sloane Square durağında indim. Yağmur yağıyordu, ne kadar İngiliz. Şemsiyemin altında Cadogan Hall'a doğru yürümeye başladım ve 45 dakika sonra kapılar açılana kadar ne yapacağımı düşündüm. Birden uzun bir kuyruk gördüm. Biraz uzun, kumral ve dalgalı saçları, bol paça kot pantolonu ve çiçek desenli gömleğiyle Robert Plant'i andıran bir çocuğa ve ailesine, "Pardon, (Excuse me, İngiltere'de cümle açılış kalıplarının olmazsa olmazı) bu kuyruk Jimmy Page için, değil mi?" diye sordum, onayladılar.

O anda heyecanlandım, duygulandım ve gururlandım. O insanların hiçbirini tanımasam da bir aidiyet duygusu hissettim. Hepimiz Jimmy için oradaydık. Kimimiz yaşlı, kimimiz genç, bazılarımız onu gördü, bazılarımız görmedi... 

Sonunda içeri girdik. Kitabını da biletle birlikte sipariş etmiştim, salona girmeden önce onu da aldım. Sahneye gayet yakın olan 7. sırada yer buldum ve kitabı incelemeye başladım. Az sonra Jimmy Page'i sahneye çağıran bir ses duydum. O anı asla unutamam. Kapılar açıldı ve aylardır bilgisayarımın ekranından izlediğim adam, sıcacık gülümsemesiyle sahneye geldi. O anda bir fotoğraf makinesi yüzümdeki ifadeyi yakalasaydı, benim için mükemmel mutluluğun resmi olurdu. Gözlerimde yaşlarla onu alkışlarken, aklımda Penny Lane'in sözleri vardı: "Gerçekleşiyor..." "It's all happenning..."

Bir buçuk saat çok çabuk geçti ve kendimi sıklıkla Jimmy'nin anlattıklarına odaklanmaya çalışırken yakaladım çünkü hâlâ şoktaydım. Arada birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim anı ölümsüzleştirmek için.




Gecenin hatırda kalan anları:

- Röportaj boyunca Jimmy sakin, hevesli ve espriliydi. Özellikle kahkahasını duymak ve onunla birlikte gülmek çok güzeldi.

- Bir kez daha Jimmy'nin aynı anda hem gizemli hem de sıcak biri olmasına hayran kaldım. Kendisinin de dediği gibi light and shade, sanırım...

- Röportaj başlamadan önce gözüm, en önde oturan uzun, kızıl ve dalgalı saçlarıyla Pre-Raphaelite resimlerinden fırlamış gibi görünen ve baştan aşağı siyah giyinmiş bir kıza kaydı. 20'li yaşların ortasında olmalıydı. İçimdeki fangirl magazin gazetecisi meraklandı: Bu kız, geçen ay Jimmy'le el ele tutuşarak yürürken objektiflere yakalanmış olan kız mıydı? Evet, büyük ihtimalle öyleydi. İlişkileri hakkında bir fikrim yoktu o zamanlar ama aradan aşağı yukarı 1 buçuk yıl geçti ve hâlâ birlikteler, halkın içine de çıkıyorlar sıklıkla. Scarlett Sabet imiş adı kızın, 26 yaşındaymış ve bir şairmiş. 

- Jimmy daha önce hiç duyulmamış birkaç tatlı hikâye anlattı. Bir keresinde Piccadilly Caddesi'nde broşür dağıtan Belçikalı bir kıza rastlamış. Onu çekici bulmuş ve İskoçya'ya davet etmeyi düşünüyormuş (bu tam Led Zeppelin III albümünün çıkışından sonra oluyor, 1970 gibi.) Sonra kız, Jimmy'nin Led Zeppelin'in solisti Robert Plant'le romantik bir illişki içinde olduğunu düşündüğünü söylemiş, bu çıkarımı da LZ III albümündeki "bütünlük hissi teması"ndan ve albüm hazırlığı sırasında Bron-Yr-Aur bölgesinde bir kulübede kalmalarından yapmış. Bu noktada hepimiz delice gülüyorduk ve Jimmy, bir gülümsemeyle: "Sonuçta kız benimle İskoçya'ya gelmedi." dedi.

- Aynı zamanda ünlü, kısa Zoso süveterinin bir arkadaşının kız arkadaşı tarafından verildiğini ve sözünün eri birisi olduğu için onu giydiğini söyledi.

- Jimmy ile özdeşleşen "Zoso" sembolünün anlamını söyleyip söylemeyeceği sorulunca sadece "Hayır." dedi, kalabalık bu sözü tezahüratla karşıladı. Onun hakkında çok meraklı olsak da aslında gizemini korumasını seviyorduk, değil mi?

Akşam sona erdi ve Jimmy tatlı gülümsemesiyle ve hak edilmiş bir ayakta alkışlanmayla salonu terk etti. Ben de treni yakalamaya gittim. Duygusal, şanslı ve biraz melankolik hissettiğim bir akşam oldu. Hâlâ tüm zamanların en başarılı, yaratıcı ve çekici gitaristini; en sevdiğim şarkıları yazan ve yıllarca sahnelerde çalan adamı gördüğüme, bütün bunların gerçekleştiğine inanamıyorum. Ah, ama evet, gerçekleşti. Umarım bir gün canlı canlı o büyüleyici müziğini çalışına da tanık olabilirim.



16 Mayıs 2016 Pazartesi

Nostalji Dalgası

“Geçmiş, gelecek gibi her zaman çekici bir hayaldir. Hep çarpıtılan, hep özlenen ve hep daha güzel günlermiş gibi görülür. Bizi, şimdiki zamanın doğruluğundan ve gerçekliğin acısından uzak tutar. Güzel, geri alınamaz ve hep şu ankinden daha iyi bir yerdeymiş gibi görülür.

Fakat tıpkı öngörülemeyen gelecek gibi, geçmişin kendisi de gerçek olarak bildiğimiz şeyin aksine olmak istediğimiz şeyin idealize edilmiş bir versiyonu gibidir.

Nostalji yaparken bir dönemin içine duygusal bir ruh hâlini koyarız ve o spesifik zamanı 
idealize etmeyi seçeriz.”

Nostalji hakkında okuduğum İngilizce bir yazının küçük ama bence çok önemli bir bölümünün bendeniz tarafından çevirisini okudunuz. Ben çok nostalji yapan bir insanım. Yıllardır günlük tutmanın etkisi deyin, en sevdiğim müziklerin, kıyafetlerin ve insanların on yıllar önceki bir döneme ait olmasından deyin ama eskiden beri hep nostalji yaparım. Bahar mı geldi, “acaba 3 yıl önce bugünlerde ne yapıyordum?” diye kendime sorup günlüklerimi karıştırırım. Bir haftalık bir seyahate mi gittim, döner dönmez oradan aldığım hediyelik eşyalara ve çektiğim fotoğraflara bakıp duygulanırım. Hatta çok güzel bir akşam mı geçirdim, o gece başımı yastığa koyduğum an o gecenin bitmiş olmasının yasını tutmaya ve olayları kafamda yeniden canlandırmaya başlarım.

Çok sağlıklı bir şey değil, biliyorum. Ama sadece ben mi? Tüm dünyada insanlar bu durumu yaşıyor. Arkadaşlarımla sık tartıştığımız konulardan biri nostalji. Özellikle artık her şey sıradanlaşmış ve sıkıcılaşmış gibi gelen günümüzde çoğu insan kendini başka bir dönemin estetik ve düşünce anlayışını desteklerken buluyor. Yoksa neden hâlâ plaklar CD’lerden daha popüler, neden bıkılmadan usanılmadan milyonlarca dolar harcanıp dönem filmleri ve dizileri çekiliyor, neden vintage kıyafet ve aksesuarlar belki de altın dönemini yaşıyor? Hepimiz, başka bir zamanda, başka biri olmak istiyoruz. Daha doğrusu “kendimiz” olmak istiyoruz; kendimizi en iyi orada, o insanlara, o koşullarda gösterebileceğimizi düşünüyoruz. Şu anki hayatımızda tıpatıp öyle yaşayamasak da günün sonunda her şey üstümüze geldiğinde ve hiç kimse bizi anlamadığında şu anda benim yaptığım gibi Spotify’da Summer of Love: Late 60s and Early 70s playlistimizden (evet, hadi takip edin! ) Joni Mitchell’ın Woodstock şarkısını açıp 1969’un havasını birazcık da olsun soluyup günümüzden yakınıp geçmişi yüceltebiliyoruz. Pikap ve plaklarınız varsa daha da iyi!

Woody Allen’ın Midnight in Paris filmi geliyor aklıma. Filmin sonlarına doğru 1920’lerde yaşayan Adriana, Gil’le birlikte birkaç on yıl geriye, Moulin Rouge’un altın çağına gidince Gil’e: “Hiç geri dönmeyelim! 1920’ler çok sıkıcı. Bu dönemin kıyafetleri, sanatçıları, sokakları, her şeyi daha güzel.” diyor. Tam bir 1920’ler hayranı olan bohem yazar Gil ise bunu şaşkınlıkla karşılıyor ve 1920’lerin ne kadar ilham verici olduğunu savunuyor ama sonunda o da izleyiciyle birlikte paradoksu fark ediyor.


Benim çok yaşamak istediğim 1960’larda da insanlar 1920’lerin kadife ceketlerini ve dantel elbiselerini tercih edip 1800’lerdeki dekadan yazarlar gibi yaşamak istemiyor muydu? Hatta 1960’ların giyim tarzından esinlenenler, o dönemin modasının 1920’lerin, hatta daha da eski dönemlerin kopyası olduğunu fark edecektir. Şimdinin vintage’ı 1960’larsa o zamanın vintage’ı da 1920’lerdi.

Ne garip… Bazen hayatımızın ilham alarak geçtiğini düşünüyorum. İlham alarak ama pek de somut bir şeyler üretmeden. Ruh hâlimizi korumak için ilham alıyoruz belki de.
Suçu yine teknolojiye atar gibi olacak, ama "İlham diye bir kavramının varlığı kesin, önemli olan insanı çalışırken yakalaması." diyen Picasso aynı zamanda ne demiş bakın:

“Bilgisayarlar işe yaramazdır. Size sadece cevapları verebilirler.”

Tabii ki Picasso, bilgisayarlarda yaratıcılığa yol açan pek çok olanağı görememişti, en basitinden photoshop programı gibi. Yine de belli bir bakış açısıyla bakarsak bu sözün doğruluğunu kanıtlayan örnek durumlar bulabiliriz hayatımızda. Bilgisayara ya iş ya da eğlence için bakıyoruz değil mi? Sözde çok pratik ve eğlenceli olduğunu düşündüğümüz bilgisayar- hatta artık akıllı telefonlar- bazen yaşam enerjimizi alır gibi olmuyor mu? Çok fazla bilgi almak ve her şeyi yargılamaktan bir şey üretmeye vakit kalmıyor bazen. Herkesle ilişkinin sözde devam ettirildiği ve 24 saat ulaşılabilir olmanın en kolay yolu Whatsapp gibi platformların olmadığı, sadece SMS ve çağrı yoluyla iletişim kurduğum günleri özlüyorum. Çünkü fark etmeden çok fazla şey yüklüyoruz kendimize ve tam anlamıyla bir “overload” oluyor, çaktırmadan stres de beraberinde geliyor. 

Beyninizi temsil eden bir kova düşünün. İçine doldurduğunuz su ise her türlü bilgi. Kovayı dolduruyorsunuz, dolduruyorsunuz fakat bir süre sonra kovada yer kalmıyor, su taşıyor. Taşan su hiçbir işe yaramıyor. Var olan bilgiyi de kendiyle birlikte sürüklüyor. İşte günümüzde olan bu!

Bu küçük kişisel gelişim bölümünden sonra tekrar konumuza dönecek olursak…

Nostalji yaparken aslında belli bir an'a değil, o anın bize hissettirdiği şeye özlem duyuyoruz. Bazı şarkıları dinlerken o şarkıyı ilk veya en çok dinlediğiniz zamanlara geri dönmemiz gibi… Şarkılar ve deneyimler özdeşleşiyor ve her dinleyişte beyin bir “geri çağırma” yapıyor ve o ana ışınlanıyoruz. O duyguları yeniden yaşıyoruz. Belki şarkı hiç bitmesin istiyoruz, belki de şarkıyı hırsla değiştiriyoruz hemen. Ama şu kesin ki, bu durum bizi derinden etkiliyor.

İşte sevgili okur, bazı dönemler var ki benim gibi bir kez kokusunu aldınız mı, bir parçanızı kaptırdınız mı geri dönemiyorsunuz. Benim bir yanım hep 1960’ların sonunda mesela. Belki California’da bir festivalde Jimi Hendrix’i dinliyor, belki New York’ta Greenwich bölgesinde Bob Dylan ve Allen Ginsberg’le felsefe konuşuyor, belki Londra’da Beatles’ın albüm lansmanında kendinden geçiyor ve “Yaşamak için ne güzel bir zaman!” diyor.

Belki o zamanlarda yaşasaydım öyle demeyecektim, kim bilir. Ama şu anda 
yapabileceklerim:

- Zaman makinesinin icat edilmesini dilemek,
- Sadece bir şarkı açarak, bir paragraf okuyarak veya bir fotoğrafa bakarak mutlu olabildiğim gerçeğini takdir etmek,
- Sevdiğim döneme aşırı bağlanmadan hayatımın bir parçası hâline getirmek – bir nevi çizgileri bulanıklaştırmak: profesyonel hayatımla ilgi alanımı bir şekilde birleştirmek,
- Her zaman zihnimde ziyaret edebileceğim bir sığınağım olduğunu bilmek,
- Benim gibi düşünen insanlarla bu duygularımı paylaşmak.

Bu blogu yazmamın en önemli nedeni de bu zaten!

9 Mayıs 2016 Pazartesi

1 Parti 1 Festival 1 Kitap

Bugün, geçtiğimiz hafta müzikle ilgili gözüme çarpan iki müthiş haberden ve katılmış olduğum sezonun son Radyo Eksen partisinden bahsetmek istiyorum.

1 Parti



29 Nisan akşamı sağda solda gördüğümüz kapalı tekstil dükkanları eşliğinde Nişantaşı'ndan Babylon Bomonti'ye yürüdük. Birden önümüze Hilton Oteli ve Mimar Sinan Üniversitesi kampüsü ile komşu olan yüksek ve görkemli bir bina olan tarihi bira fabrikası çıktı. Bir turist gibi incelerken yüksek binayı dışarıdan, karşı duvardaki graffitiler de dikkatimi çekti. Binaya girince içerideki meydan sanki Avrupa'daymış hissi verdi. Babylon'a girip ücretsiz vestiyere (yay!) eşyalarımızı bıraktık ve kendimizi müziğe attık.



Başlangıç saatinden bir saat sonra geldiğimiz için oldukça kalabalıktı. Önlere, DJ kabinine doğru ilerledik ve en sevdiğimiz şarkılar çalmaya başladı: Two Door Cinema Club'dan çılgınlar gibi dans ettiren What You Know, Nirvana'dan klasikleşmiş Smells Like Teen Spirit, o gün giydiğim Mick Jagger tişörtümle uyumlu I Can't Get No Satisfaction ve tabii ki Arctic Monkeys'den I Bet You Look Good On The Dancefloor benim en eğlendiğim şarkılar arasındaydı. 

Profil, Roxy'den farklıydı. Babylon'un kendi kitlesi ağırlıktaydı, rocktan ziyade biraz daha pop severler olduğunu gözlemledim. Salonun büyüklüğü, ses sistemi ve ışıklar tatmin ediciydi ama ben yine de bana daha samimi gelen ilk göz ağrım Roxy'i tercih ederim sanırım.

Eylül'e kadar İstanbul'da Radyo Eksen partisi yok. Ama o zamana kadar kendi partinizi yapmak için size süper bir liste önerebilirim. Beni Radyo Eksen'le tanıştıran arkadaşım Umut Kafadar'ın Spotify'da Eksen Kafası adında bir playlisti var. Oradaki şarkılarla Eksen ruhunu yaşamak isterseniz, sizi şöyle alalım:

 


1 Festival


Ne zamandır bir söylenti vardı; günümüz müziğini şekillendirmiş, klasik rock'ın efsane isimleri bir festivalde buluşacak diye. Bu festivalin varlığı geçtiğimiz günlerde doğrulandı. Bir araya gelmesi imkansız gibi gözüken isimler, bir klasik rock hayranının anca rüyasında görebileceği bir line-up oluşturuyor:


Rolling Stones, Bob Dylan, Paul McCartney, Neil Young, Roger Waters, The Who... Tam bir rüya gibi değil mi? Hepsi sosyal medya hesaplarında festivalin gerçekleşeceği ayı belirten şekilde "October" yazan kısa videolarla duyurdular bu müjdeyi. Bu adamların tek başına verdikleri konserler bile başlı başına efsaneyken hepsini bir arada düşünebiliyor musunuz? Kaliforniya'da Coachella Festivali'nin düzenlendiği alanda gerçekleşecek festivalin adı da "Desert Trip", gayrıresmi olarak da "Oldchella". Kaliforniya'nın çöllerini gezme hayalimle en sevdiğim müzisyenleri kanlı canlı izleme hayalimin somutlaşmış, gerçekleşmiş hâli yani bu festival!

7-8-9 Ekim'de gerçekleşecek festivalin biletleri bugün satışa çıkıyor. Fiyatlar, bu kadar önemli isimlerin bir araya geldiği bir etkinlik olduğu düşünülürse bence gayet uygun. Tabii bizim gibi Amerika'nın yerlisi olmayanlar için uçak bileti parasını da eklemek gerek. Gidebilme şansı olanlara şimdiden iyi seyirler. 

1 Kitap


Biyografi kitaplarına bayılırım. Beatles'a bayıldığım aşikâr zaten. O yüzden müzik kitapları basmak amacıyla yola çıkan çiçeği burnunda yayınevi Kara Plak'ın ilk kitabı olarak Hunter Davies'in ta 1968'de yazdığı "onaylı" Beatles biyografisi olan The Beatles'ı Türkçe çeviriyle yayımlayacağını duyduğumda çok sevindim. Hem de Açık Radyo'nun kurucusu ve sıkı Beatles hayranı olan Ömer Madra'nın önsözüyle! 



Hunter Davies, bu kitabı yazmayı kafasına koymuş ve aylarca Beatles'la takılmış; sonunda onların da onayladıkları bu kitabı çıkarmış. Beatles bile onayladıysa sağlamdır yani. Kitabı Kara Plak'tan sipariş edebilir; Pandora ve Robinson Crusoe 389 kitabevlerinden alabilir veya Kitapyurdu, Babil ve Eganba gibi sitelerden sipariş edebilirsiniz. Ben bir an önce bu kitabı edinip önümüzdeki günlerde başka müzik kitapları da çıkaracak olan Kara Plak Yayınevi'ni takip edeceğim! Kitabı okuduktan sonra bir inceleme yazısı da gelebilir, takipte kalınız!

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Müzikleriyle Woody Allen'ın Barselona'sı


Woody Allen filmlerini çok severim. Kendimi, insanları, hayatı, ilişkileri, pek çok şeyi sorgulatır ve çektiği mekânlara hayran bıraktırır. Fantastik ögeleri kullansa da bu hiç saçma gelmez, aksine "Neden olmasın?" dersiniz. Duygu ve akıl arasındaki çatışma başroldedir genellikle. Neredeyse her filmde içinde kendinizden parçalar bulacağınız nevrotik rahatsızlıklara sahip bir karakter kullandığı için sizin de psikiyatriste gidesiniz gelir.  Klişe tipleri çok iyi kullanır Woody Allen: aksi ve geleneksel yaşlı Amerikalı adam, seksi, çapkın ve özgür ruhlu İspanyol sanatçı, şımarık ve zengin genç kız, ilham arayan yazar... Filmin sonları, beklenmedik bitenler bile, genelde tatmin edici olur. Müzikleri de öyle.

Vicky Cristina Barcelona da Woody Allen'ın en egzotik ve çarpıcı filmlerinden biri. Birbirine neredeyse zıt iki Amerikalı kız arkadaşın (Rebecca Hall ve Scarlett Johansson) Barselona tatillerini izleriz. Burada tanıştıkları o "seksi, çapkın ve özgür ruhlu İspanyol sanatçı" (Javier Bardem'den başka kim oynayabilirdi bu rolü?) ve onun çılgın (!) eski karısı (Bardem ile bu filmden sonra aşk yaşayan ve evlenecek olan Penélope Cruz) ile ilişkilere olan bakış açılarını sorgulamalarına ve kendi yollarını bulma maceralarına tanık oluruz.

Filmle ilgili çok detaya girmeyeceğim: asıl bahsetmek isteyeceğim şey filmin müzikleri. Filmin açılış jeneriğinde Giulia Y Los Tellarini'den dinlediğimiz Barcelona şarkısı bizi hemen İspanya havasına sokuyor zaten. Film boyunca duyduğumuz enstrümental ağırlıklı şarkılarda başrol gitarda elbette. Paco de Lucia'nın da konuk olduğu soundtrackte Juan Queseda'dan mükemmel bir Asturias yorumu dinliyoruz. En bilinen ve geleneksel İspanyol şarkılarından biri olan ve aslında piyano için yazılmış olan Asturias'ı kesinlikle siz de tanırsınız ilk tınılarında. Aslında flamenko gitar eğitimi almış olan Robby Krieger da Doors'un "Spanish Caravan" şarkısında Asturias'ın bu meşhur ilk notalarını kullanarak flamenko yeteneğini sergiler.

Ben bu soundtracki, bu senenin başında arkadaşlarımla yaptığımız Barselona tatilinden hemen önce havaya girmek için defalarca dinledim. Evde, metroda, orada, burada... Defalarca dinlememin sebebi de zorla havaya girmek değildi, yanlış anlamayın. Şarkılar öyle güzelce akıp gidiyor ki bir bakmışsınız albüm bitivermiş ve tekrar başa almışsınız. Şarkılar birbiriyle iç içe geçiyor, gitarlar resmen konuşuyor ve sizi Akdeniz'in bambaşka bir tarafına götürüyor...

Barselona'da filmi bolca andıktan ve (filmdekinin aksine) Park Güell'de Javier Bardem ile karşılaşmadıktan sonra bu filme ve müziklere daha da ısınmış olarak geldim. Barselona'ya gitmeden önce de bu soundtrack sayesinde oraya gitmiş gibi hissediyordum, şimdi dinleyince tam anlamıyla orada buluyorum kendimi ve başlıyorum hayal kurmaya... 

Siz de sıcak bir yaz akşamında kadehinizde sangria, tabağınızda çeşit çeşit tapas, karşınızda flamenko yapan dansçılar ve gitar çalan müzisyenler, dört bir yanınızda sanat fışkıran binalar, heykeller ve resimler dolu bir yerde keyif yapmak isterseniz...en yakın tatiliniz için Barselona'ya uçak bileti alın! O zamana kadar ise bu şehrin soundtrackini şuradan dinleyin.