25 Temmuz 2016 Pazartesi

The Last Shadow Puppets'ın son turundan seçmece 4 cover


Son albümlerini çıkardıktan hemen sonra kapsamlı bir tura başlayan The Last Shadow Puppets, Amerika'dan İngiltere'ye, o televizyon programı senin bu festival benim gezmekle ve konser vermekle meşgul. Bu konserlerde eğlendikleri her halinden belli oluyor Alex Turner ve Miles Kane'in. Kendi şarkılarının dışında ilham aldıkları çeşitli isimlerin şarkılarını coverlamayı da ihmal etmiyorlar konserlerinde. Bu da özellikle TLSP sevenler için büyük bir ayrıcalık çünkü TLSP sevenler, onların ilham aldıkları sanatçıları da seviyor genelde. Hatta daha önce duymadıkları bazı şarkıları bu coverlar sayesinde tanıyıp ufukları açılabiliyor. Ve TLSP de kurulduğu günlerden bildiğimiz üzere cover konusunda gerçekten başarılı bir grup.

Bu arada konserdeyken video çekenlere zaman zaman sinir olduğum(uz) doğru ama şöyle de bir gerçek var ki onlar olmasaydı bu paylaştığım performansların çoğunu izleyemeyecektik biz o konserlerde bulunamayan şanssızlar olarak. O yüzden onlara buradan teşekkürlerimizi gönderiyoruz!

İşte hala devam eden son turlarından gözüme çarpan (ve bayıldığım) 4 cover:

1. I Want You (She's So Heavy) - The Beatles


Kurulduğu 2008 yılında bu şarkıyı ilk söylediklerinde zaten herkes bayılmıştı, sayelerinde birçok kişi Beatles'ı keşfetmişti ve bu şarkıyı zaten Lennon-McCartney'e benzetilen Turner ve Kane'e çok yakıştırmıştı. TLSP, en büyük ilham kaynaklarından biri olan Beatles'ın en uzun süreli ve en az söze sahip, hard rock/progressive rock şarkısı I Want You'yu son turlarında da coverlıyor. Cambridge'de bir sürü TLSP ve Beatles hayranı arasında siz de şu performansı izlemek istemez miydiniz? 


2. Moonage Daydream - David Bowie


Meşhur Glastonbury Festivali'ni geçtiğimiz ay şenlendiren TLSP, bu sene kaybettiğimiz David Bowie'yi anarak üstadın Moonage Daydream şarkısını coverladı. Miles tutkuyla çaldı, üstünde tam Alex'in tavrına yakıır bir şekilde "Give a damn" yazan bir tişörtle sahneye çıkan Alex de Jagger-vari bir frontman havasında kendinden geçerek şarkıyı söyledi.


3. Les Cactus - Jacques Dutronc


TLSP, Fransa'nın Lyon kentinde verdiği konserde Fransızlara özel bir cover eklemeyi ihmal etmemiş. 60'larda Fransız rock müziğine damgasını vuran Jacques Dutronc'un Les Cactus şarkısını orijinal dilinde söyleyerek hünerlerini sergiliyor Alex Turner bu eğlenceli performansta.


4. Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me - The Smiths


En iyisini sona sakladım desem yalan olmaz. TLSP, geçtiğimiz günlerde Londra'da The Smiths'in en sevdiğim şarkılarından Last Night I Dreamt...'i bizzat The Smiths'in gitaristi Johnny Marr ile birlikte söyledi. Gül yaprakları, Alex'in efsanevi One For The Road deri ceketi ve "sunglasses indoors" hali... Alex'e sarıldığımı gördüğüm bir rüyadan uyandıktan hemen sonra sosyal medyada gezinirken bu performansın karşıma çıkması da pek manidardı. "Last night I felt real arms around me"... Öhö-öhö, neyse, buyrun size o güzel performans: 



18 Temmuz 2016 Pazartesi

Karanlık günlerde hatırlamamız gereken 6 şarkı sözü

Son günlerde belki de en karanlık, en umutsuz, en kaotik anları yaşadık. Korku ve belirsizliğin birleşiminin en kötü duygu kombinasyonlarından biri olduğuna kanaat getirdik. Hala belirsizlikler, şüpheler ve soru işaretleriyle doluyuz ve geleceğin neler getireceği konusunda fazlasıyla endişeliyiz.

Tarih kendini tekerrür eder lafından bıkmış olsak da doğru çıktığını sıklıkla görüyoruz. Sadece ülkemizde değil bütün dünyada aynı durum geçerli. Böyle zamanlarda en sevdiğim müzisyenlerin, yıllar önce yazsalar da günümüzde hala geçerli olan, klasikleşmiş şarkı sözleri aklıma gelir ve şarkı sözlerinde yakaladıkları evrensellik ve öngörüyü bir de mükemmel melodilerle birleştirmelerine bir kez daha hayran kalırım. Elbette bu çok küçük bir liste, biraz daha düşünmeye ve araştırmaya başlayınca listenin sonu gelmez. Ama izin verin size içinize biraz umut serpecek, düşündürecek ve yalnız olmadığınızı hissettirecek birkaç şarkıyı hatırlatayım.

1. Gimme Shelter - The Rolling Stones


"War, children, it's just a shot away, it's just a shot away
Rape, murder , it's just a shot away, it's just a shot away
...
I tell you love, sister, it's just a kiss away, it's just a kiss away"

Birçok kişi tarafından Rolling Stones'un en iyi şarkısı ilan edilen Gimme Shelter, dünyanın devrimlerle çalkalandığı 1969 yılına ait.  Mick Jagger'ın mükemmel tespitlerine ve tavsiyelerine Merry Clayton güçlü ve duygulu vokaliyle eşlik eder. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "Love, sister, it's just a kiss away" dizelerinin masumiyeti içimi ısıtır ve sevginin aslında ne kadar ulaşılabilir ve kutsal bir şey olduğunu hatırlatır.


2. Revolution - The Beatles


"You say you want a revolution, well you know
We all want to change the world
You tell me that it's evolution, well you know
We all want to change the world

But when you talk about destruction
Don't you know that you can count me out

Don't you know it's gonna be alright"

Sene 1968 olur da Beatles devrimle ilgili bir şarkı yazmaz mı? John Lennon'ın dönemin siyasi protestoları hakkında şüphelerini yansıtan şarkı, bir süre sonra başlayacak solo kariyerinin gidişatının sinyallerini veriyor. Hepimiz dünyayı değiştirmek istiyoruz ama bunu nasıl yapacağımızı iyice düşünmeliyiz. Şiddet yerine..."You better free your mind instead." Şarkı, sonunda bir Beatles optimizmiyle her şeyin iyi olacağını söylüyor ve verdiği mesajların geçerliliği 48 yıl sonra da tazeliğini koruyor.



3. The WASP (Texas Radio and the Big Beat) - The Doors


"I'll tell you this, no eternal reward will forgive us now for wasting the dawn."

1950'li yılların Meksika radyolarından ve Amerikan kültüründen bahseden şarkı, aslında Jim Morrison'ın en güzel sözlerinden birine sahip. Grubun 1971 tarihli son albümü L.A. Woman'da yer alan şarkı, Jim'in bir şiirinden şarkıya dönüştürülmüş. Arada bu dizeyi yakalayıp anlamını sorguladığınızda da Jim Morrison'ın bilgeliğine bir kez daha hayran kalıyorsunuz. "Hiçbir ebedi ödül, bizi şafağı harcadığımız için affetmeyecek." diye kabaca çevirebileceğim sözü bize an'ı yaşamamız ve "öbür dünyaya", cennet/cehenneme güvenip düşüncesizce hayatımızı harcamamamız gerektiğini söylüyor. Her yere asılası, sıklıkla dinlenesi, okunası ve tekrar edilesi!


4. Brothers In Arms - Dire Straits


"There's so many different worlds
So many different suns
And we have just one world
But we live in different ones
...
We're fools to make war
On our brothers in arms"

Falkland Savaşı hakkında yazılan ve 1985 yılında CD'ye basılan ilk şarkı olarak tarihe geçen Brothers In Arms, yazılmış en hüzünlü ve "aşmış" savaş şarkısı olabilir. Sonsuza kadar gidecekmiş gibi gelen gitar sololarını bir kenara bırakın, şarkı mükemmel bir evrensel mesaj veriyor yukarıdaki sözleriyle. Hepimiz büyük bir evrenin parçasıyız, aynı dünyada ama farklı dünyalarda yaşıyoruz, savaşarak en büyük aptallığı yapıyoruz. Askerlere ithaf edilebilecek en güzel şarkılardan...



5. The Times They Are A Changin' - Bob Dylan


"Don't criticize what you can't understand."

Bob Dylan'ı Bob Dylan yapan şarkı desek yeridir. 1964 yılında jenerasyon farkından bahseden ve eski jenerasyona "ya el uzat ya da yoldan çekil" felsefesiyle seslenen Dylan, bu şarkısıyla 60'lı yılların başındaki fırtına öncesi sessizliği bozan müzisyen olmuştur. Şarkının en dikkat çekici sözlerinde ise anlamadığın şeyi eleştirme diyor üstat Dylan ve tanrım, ne kadar doğru diyor! Her durumda geçerliliğini koruyan bir tavsiye. Ön yargıları, tanımadığımız ve anlamadığımız düşünceleri anlamadan eleştirmememiz gerektiğini söylüyor. Bugünlerde en, en, en çok ihtiyacımız olan tavsiyelerden biri de bu değil mi sizce?


6. Masum Değiliz - Sezen Aksu


"İçindeki çocuğa sarıl
Sana insanı anlatır

Eller günahkar, diller günahkar
Bir çağ yangını bu bütün dünya günahkar

Masum değiliz, hiçbirimiz."

Sezen Aksu, Meral Okay ve Uzay Heparı üçlüsünün 1993 yılında yarattığı, yazılmış en güzel Türkçe şarkılardan biri olan Masum Değiliz'e yer vermesem olmazdı! Nakaratta tüyleri ürpermeyen insandan şüphe ederim, sözlerini anlamayan yabancı biri olsa bile. Herkesi birleştirecek nitelikte sözlere ve müziğe sahip şarkı, insan olmaktan utandığımız günlerde daha da manidar oluyor. 



11 Temmuz 2016 Pazartesi

Stil ikonu: The Party filminde Claudine Longet

Peter Sellers ve Claudine Longet'nin başrollerde olduğu Blake Edwards'ın yönettiği The Party filmi, kült komedi klasiklerindendir. 1968 yılında çekilen ve Peter Sellers'ın doğaçlama yeteneğini gözler önüne seren filmde Sellers, Hintli bir oyuncuyu canlandırır. Tesadüfen davet edildiği elit bir partiye katılır ve sakin başlayan parti gecenin sonunda Sellers'ın sempatik ve sakar karakterinin etkisiyle 60'ların ruhuna yaraşır şekilde çığırından çıkar.

İçinde oyuncudan şarkıcıya, bürokrattan protestocu gence kadar her tür egzantrik karakter bulunan parti, özellikle benim gibi 60'lar aşığı biri için görsel ve işitsel bir şölen niteliğindedir. Mücevherler, renkli elbiseler, kabarık saçlar, danslar, müzik...

Partiye gerçek hayattaki kimliği gibi Fransız bir oyuncu/şarkıcı olarak katılan Claudine Longet, içinden havuz geçen ultra lüks evin kapısından girdiği an beni kendine hayran bıraktırmıştır ve önceleri hiç sevmediğim sarı rengini sevmemi sağlamıştır. 60'lar stili ucu kıvrık saçı, belirgin göz makyajı, alçak topuklu ayakkabıları ve tabii ki şifon mini sarı elbisesiyle ikonik bir görüntüye sahiptir Longet.



Filmin müzikleri de Pink Panther, Breakfast at Tiffany's ve A Hard Day's Night gibi filmlerin usta bestecisi Henry Mancini'nin elinden çıkmıştır. Filmin en hatırda kalır sahnelerinden birindeki şarkıyı da o bestelemiştir: Claudine Longet'nin gitarıyla söylediği Nothing to Lose. Herkes şarkıyı dinlerken o sırada çaresizce tuvalet aramakta olan Sellers tam performansın ortasında yakalanır. Mancini sahne konusundaki hoşnutsuzluğunu şöyle dile getirmiştir: "Komedi filmleri için beste yaptığımda hep aynı şey oluyor. Seyirciler gülmekten tek bir nota bile duyamıyor!"


Bu filmi izledikten sonra algıda seçicilik olsa gerek, alışveriş yaparken gözüme bu elbiseyi andıran, daha az gösterişli sarı mini bir elbise çarptı ve tabii ki hemen aldım! Longet'nin 60'lar ruhunu taşıyan sade şıklığını günümüze uyarlamak hiç de zor değil!


4 Temmuz 2016 Pazartesi

Doğu ve batının buluştuğu konser: Damon Albarn & Suriyeli Müzisyenler Orkestrası


Aylar önce bir karaoke barda Blur'un Girls and Boys şarkısını söylerken yakın zaman sonra Damon Albarn'ı canlı göreceğimi hiç tahmin etmezdim. Bu da nasip oldu neyse ki geçtiğimiz hafta 27 Haziran'da.

İstanbul Caz Festivali'nin programı birkaç ay önce açıklandı ve çok sevdiğimiz Damon Albarn'ın Suriyeli Müzisyenler Orkestrası ile festivali açacağını duyunca arkadaşımla hemen biletleri aldık. 90lar Britpop'un Oasis ile birlikte krallarından biri olan Blur grubunun solisti, ayrıca dünyanın ilk ve en meşhur animasyon grubu Gorillaz'ın da yaratıcısı olan Damon Albarn'ın sayısız projelerinden biriydi bu konser de. En son 2010'da Yeni Zelanda'da sahne alan gruba Suriye'de savaş başlamasından sonra da orkestra şefi Issam Rafea vasıtasıyla ulaşan ve orkestrayı tekrar toplayan Damon Albarn'ın bu projesi bir barış mesajı niteliğinde.

İstanbul'dan hemen önce Londra'da Glastonbury Festivali'nde sahneye çıkan grubun vereceği konserin Suriye müziğine ve kültürüne saygı duruşu niteliğinde bir konser olacağı dışında nasıl geçeceği hakkında pek bir fikrim yoktu. Ben de konser öncesinde kendi kendime Damon Albarn'a saygı duruşunda bulunup çeşitli projelerinden şarkılarını dinledim bol bol.

Konser, İstanbul'da en sevdiğim konser alanlarından ve yaz konserleri deyince akla gelen ilk yer olan Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleşti. Öğrenci koltuklarının dopdolu olduğu konser başladığı anda birkaç sıra öndeki boş koltuklara hücum ettik. Kazık ama klasik Frigo dondurması eşliğinde orkestranın yerini almasını izledik ve Damon çıktı sahneye. Alkış, çığlık, kıyamet... Sevdiğimiz ve yıllardır sadece makinelerden müziğini dinleyip ekranlardan yüzünü gördüğümüz bir ünlüyü canlı canlı görünce yaşanılan his gibisi yok... Sanki o gerçek bir insan değilmiş gibi geliyor ama aslında senin benim gibi bir insan. Biz bile hala böyle düşünüyorsak onların psikolojisini hayal edin artık...

Damon kısaca projeden bahsedip sahneyi Suriyeli müzisyenlere bıraktı. Anladım ki o sadece projenin mimarı ve destekçisi olarak orada; bu gece Suriyeli müzisyenlerin... Orkestra başladı bize tanıdık gelen oryantal ezgileri çalmaya... Suriyeli müzisyenler diyoruz ama içlerinde Malili, Senegalli ve Lübnanlı olanlar da vardı kadınlı erkekli. Özellikle kendi özel yaylı çalgısını wah-wah pedalına bağlayan ve müthiş sololar atan müzisyene selam göndermek istiyorum buradan. Hele başka müzisyenlerle karşılıklı solo atmaları müthişti.

Kadınların tüyler ürpertici sesleriyle söylediği duygulu şarkılar da dili anlamasak da herkese dokundu. O anda düşündüm, ve sanırım konserin de biz seyircilere düşündürtmeye çalıştığı şey buydu: bu milleti son zamanlarda hep savaş ile anıyoruz. Aklımıza oradan oraya göçen, denizlerde boğularak yaşamını yitiren, hep sıkıntılar içinde olan insanlar geliyor. "Mülteci" diye yaftalıyoruz. Ötesini düşünmüyoruz, düşünemiyoruz, medya bize düşündürtmüyor. Ama onların da çoğu bize çok uzak olmayan bir kültüre sahip. Onlar da müzik dinlemekten, çalmaktan ve dans etmekten hoşlanıyor. Aslında çok yakınız: konserde çaldıkları bir müziğe alkışla tempo tutan ve ayağa kalkıp dans eden insanları görünce bunu anlıyorsunuz.

Ve Damon Albarn da batının bağrı İngiltere'den gelen usta bir müzisyen olarak bu hep itelediğimiz ve çok zengin bir müzik kültürü olduğunu unuttuğumuz doğu müziğini batıyla buluşturan elçi olarak karşımıza çıkıyor. Piyanoya oturup Beatles'ın Blackbird şarkısını orkestrayla söyleyince gönlümü bir kez daha fethediyor. Bir süre sonra da arkadaşımın konser öncesi tahminini doğrulayacak şekilde Blur'un Out of Time şarkısını söylemek için gitarı eline alıyor.

Buraya küçük bir dipnot düşmek istiyorum. Ben, konserlerde durmadan video ve fotoğraf çeken biri değilim. Çekenlerden de pek hoşlandığım söyleyemez, Alex Turner kadar atar yapmasam da anlamsız bulurum konseri orada oldukları halde baştan sona ekranlarından izleyenleri. Ama önemli anlarda tadımlık videolar çekerim 15-20 saniyelik, belki birkaç da fotoğraf. Anı olsun diye. Aynı şeyi bu konserde de yaptım ve Damon'ın çıktığı anları ölümsüzleştirmek için telefonu elime aldım. Ve konsantrasyonumu kaybettim! Evet, aynı anda telefona mı bakayım, sahnedeki Damon'a mı bakayım, sahne kenarlarındaki dev ekrandaki Damon'a mı bakayım yoksa müziği mi hissedeyim bilemedim! Zaten ben bütün bunları yapayım derken kısacık şarkısını bitirmişti Damon ve koşarak sahneden çıkmıştı.

Yani diyeceğim o ki; boşverin snap atmayı, arşivinize en sevdiğiniz şarkıların canlı performansını eklemeyi. Nasılsa izlemeyeceksiniz bir daha, gerçekten. Bilgisayarınıza atacaksınız ve orada duracak. Belki bir gün açıp diyeceksiniz ki "zaten çok küçük/bulanık/sallantılı çıkmış, keşke çekmeseymişim." Ben bir daha çekmeyi düşünmüyorum, en azından en konsantre olmam gereken anlarda; kendimi protesto ediyorum. Tamamen an'a odaklanacağım ve plastik bir ekranın beni gerçek zevkten mahrum etmesine izin vermeyeceğim. Size de aynısını yapmanızı öneririm, eğer profesyonel fotoğrafçı/videocu değilseniz.

Konsere dönecek olursak... En son konuklar çıktı, çeşitli Arap ülkelerinden rapçilere ülkemizden de çok sevdiğim Ceza eşlik etti. Keşke daha fazla kalsaydı diye düşündüğüm anda Cezayirli efsane Rachid Taha da gelmesin mi sahneye... Tek bildiğim ve bayılarak dinlediğim şarkısı Ya Rayah'ı söyler mi diye düşünürken onun da melodisini duymaya başlamayayım mı... Fakat Rachid Taha, sahneden önce bir-iki tek atmış gibiydi backstage'de; durmadan bağırıp şarkıyı bize söyletmeye çalıştı Arapça bilmediğimizi unutarak sanırım. Neyse ki müzisyenlerden biri imdada yetişti ve şarkıyı söylemeye başladı. 

Bir ara Damon da sahneye çıktı, daha doğrusu çıkarıldı. Sahne kenarından konseri izlerken müzisyenler onu sahneye aldı, o da hafif utangaç bir şekilde dans etmeye çalıştı. Konserin en komik anı da herhalde Damon'ın çaktırmadan el çırpa çırpa geri geri sahneden kaçmasıydı. Kahkahalara boğulduk.

Konser çabuk bitti. Ya da bana öyle geldi, aslında iki buçuk saat sürmüş ama daha saatlerce dinleyebilirdik. Ramazan oluşu da konsere ayrı bir hava kattı, sanki iftardan sonra TRT Müzik'i açmışız ve geleneksel müziğe eşlik ediyoruz. Bazı şarkıların Türkçe olup olmadığını bile sorguladık. Boşuna demiyorum müzik kültürümüz çok benziyor diye.

Konser sonrası Damon Albarn'la bir hayranı olarak gurur duydum. Ne mutlu kendini bu kadar geliştirmiş, vizyonunu bu kadar açmış da çeşitli kültürlerden müzisyenleri bir araya getirmiş. Yıllardır işi gücü yok savaş halindeki ülkeleri geziyor, çalışıyor, çabalıyor. İstese Blur'un başarısıyla yetinip İngiltere'de kalabilirdi hayatının sonuna kadar. Ama o yeniliklere açık ve tutkulu bir müzisyen olarak bence bir müzisyenin olacağı en kutsal yerde şu an: dünyayı gezip biz müzikseverlerin ufkunu açıyor. Ne mutlu sana ve teşekkürler Damon!