7 Kasım 2016 Pazartesi

Şarkılar bana nasıl yabancı dil öğretti?

Yabancı dil ve müzik, uğraşmaktan en çok zevk aldığım, aynı zamanda en güçlü olduğum iki alan. Hayır, bir sürü dili mükemmel derecede bilirim ve konuşurum diyemem; her müziği de zevkle dinlemem. Ama ikisi arasında güçlü bir bağ var. Müzik ve yabancı dil, yıllar boyunca birbirini etkileyerek ve birbirleriyle iç içe geçerek hayatımı şekillendirdi; hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor.

İnsanlar bazen soruyor: "İngilizceni nasıl böyle geliştirdin?", "Bana yabancı dilimi/müzik bilgimi geliştirmek için biraz tavsiye verir misin?" Bu sorular beni düşündürüyor; sahi, nasıl oldu da yabancı dille ve müzikle bir zorunluluk olarak değil de hobi derecesinde ilgilenmeye başladım?

Çocukluğa inelim önce, bir psikolog gibi. İlkokul zamanları... Bir kere ilkokulun bu konudaki önemini ne kadar vurgulasam az olur. İlkokul ve aile, her şeyin temelinde bunlar yatıyor. Şu anki mesleğinizi belki ilkokul öğretmeniniz sayesinde keşfettiniz. Ya da tam tersi, küçükken yönlendirilmediğiniz ve içinizde kalan alanlar da olabilir; belki de bunlara yoğunlaştınız büyüyünce. Ama öyle ya da böyle küçükken girdiğiniz ortamlar fark etmeseniz de sizi çok etkiledi.

Ben, mesela, ailem sağolsun, iyi bir özel okulda okudum. Ve şu an bunun için o kadar müteşekkirim ki. Eğitim-öğretim hayatım bitince daha iyi anladım bunu. Ne yazık ki ülkemizde yabancı dile ve müzik gibi sanat dallarına ancak (bazı) özel okullarda önem veriliyor, gerçek anlamda öğretiliyor. Keşke bu iş şansa kalmasa. Herkesin hakkı değil mi okulda adam gibi İngilizce ve hatta üstüne en az bir yabancı dil daha öğrenmek? Çocukların müzik ve resim dersleri "boş ders" olarak mı geçmeli? Çünkü bunlar "karın doyurmuyor" değil mi?

Hayır, efendim, bunlar karından öte ruh doyuruyor. Zihin açıyor, sevgi veriyor. Ve artık herkesin öyle ya da böyle para kazandığı ama yine de herkesin kronik bir anksiyete ve depresyon hâlinde olduğu dünyamızda en ihtiyacımız olan şey ruhumuzun beslenmesi değil mi? Ayrıca karın doyurmamasının bir nedeni de ülke olarak bu konuda eksik kalışımız olabilir mi? Neden sanatın geliştiği ülkelerin refah seviyesi daha yüksek bir düşünsek mi acaba?

"Eğer müzik aşkın gıdasıysa, durmadan çalınız!" demiyor mu Shakespeare? En sevdiğim sözlerden... Ne kadar doğru.

Canterbury yadigârımda da bu sözler yazılı...

Çocukluğuma dönersek...

Yabancı dili ve müziği birleştirdiğim ilk anılarımdan biri, ilkokulda İngilizce derslerinde sevgili hocalarımızın bize basit, klasik İngilizce şarkıları öğretmeleriydi. Noel şarkıları ve çocuk şarkılarından bahsediyorum. We Wish You A Merry Christmas, Pop Goes the Weasel, Incy Winsy Spider, Santa Claus Is Coming To Town gibi şarkıların sözlerini hoca önce tahtaya yazardı, sonra teypten şarkıyı açıp hep birlikte söylerdik. Sözleri kelime kelimesine anlamasak da beyin onu öyle bir kaydetmiş ki hâlâ hepsinin sözlerini hatırlıyorum.

English Show'lar... Sene sonunda İngilizce bir şarkıyı söylerdik, koreografi yapıp dans ederdik. Tiyatro yapardık biraz daha büyüyünce. Okuldaki en sevdiğim etkinlikti o English Show'lar. 

Yine İngilizce derslerinin en çok sevdiğim aktivitelerinden biri olan şarkı sözü tamamlama vardı bir de. Hoca bize önceden hazırlanmış bir kağıt verirdi, üstünde popüler bir şarkının sözleri yazılı - bazı kelimeler eksik. Şarkıyı açardı teypten ve o boşluğu doldurmaya çalışırdık. Al sana en iyi İngilizce öğrenme yöntemi! Evde kendi kendine bile yaparsın. Aslında artık hepimiz günlük hayatta yapıyoruz yabancı bir şarkıyı ilk kez dinlerken neden bahsettiğini anlamaya çalışırken. Ama küçükken okulda o aktiviteyi yapmış biri belki daha başarılı oluyor bu konuda. Beyni daha çabuk seçiyor sözleri, daha alışık çünkü. Been there, done that.

Suzanne Vega'nın Tom's Diner şarkısı, Maroon 5'ın She Will Be Loved'ı beni hep o günlere götürür mesela. Sözlerini 10 yaşımdan beri ezbere bilirim.

Başka bir anım da Titanic filmini izledikten sonra jeneriğe eşlik eden My Heart Will Go On şarkısının sözlerini deşifre etmekti. O zaman bilgisayar yoktu evde, Google'a "my heart will go on lyrics" yazıp arama yapmak birkaç yıl sonra olacak işti. Ben televizyonun karşısına geçer, Céline Dion şarkıyı söylerken arada VCD playerımı durdurup defterime duyduklarımı not alırdım. Şarkının adını bile tam anlamadığım hâlde çok hoşuma gittiği için sözleri yazıp anlamaya çalışırdım. Üstelik sonra kontrol edince gayet doğru yazmış olduğumu fark ettim, bir iki kelime yanlıştı o kadar.

İşin ilginci bunları hiç zorla yapmıyordum. Burası çok önemli. Tamamen içimden geliyordu. Kimse başımda durup "Hadi şunun sözlerini yaz" demiyordu. Okuldaki aktiviteler zorunluydu belki ama sınıftakilerin hepsi benim kadar zevk almıyordu ya da başarılı olmuyordu. 

Burada kişinin ilgisi ve yeteneği de devreye giriyor. Bence başarının sırrı ilgi, yetenek, yönlendirilme ve çalışma karışımı bir şey. Yoksa aynı ortamdaki herkes aynı derecede başarılı olurdu. 

Benim yıllar boyunca İngilizce sınavlarından yüksek not alıp matematik sınavlarından çakmamı örnek verebiliriz buna. Matematik derslerine sıkılarak ve korkarak gidiyorsam İngilizce derslerine hoplaya zıplaya gidiyordum. Başkası için de belki matematik çocuk oyuncağıydı ama o da İngilizcede bir türlü this ve that'in farkını anlamıyordu. 

Yani kısaca eğitim ne kadar önemliyse, çocuğun hangi alanda zevk alıp başarılı olduğunu keşfetmek ve onun üstüne gitmek de o kadar önemli. Her English Show'a katılan kişinin İngilizcesi mükemmel olmuyor. Ama hayatında hiç English Show görmemiş biri de İngilizceyi sevip sevmeyeceğini, başarılı olup olamayacağını nereden bilebilir ki?

Lise yıllarıma ileri saralım. 15 yaşında Amadeus fimini izleyip Mozart'a aşık olduktan sonra onun operalarına sardım. Pek haz etmediğim Almanca ilgimi çekmeye başladı o günlerde. Okuldaki Almanca derslerini daha bir ilgiyle dinler oldum. Mozart'ın kendisinin bile dile verdiği önemi, o günlerde popüler olan İtalyanca librettolu operalara bir alternatif getirerek birkaç Almanca opera yazmak için sarayı ikna edişinde görebiliriz.

Kadıköy Süreyya Operası'nda Mozart'ın Figaro'nun Düğünü (Le Nozze Di Figaro) operasının sergileneceğini duyunca fırsat bu fırsat deyip biletimi aldım.

Operaya sıkıcı diyenler, konuyu ve aryaların ne bahsettiğini bilmeyenlerdir. Beni de koyun herhangi bir operanın önüne, müzik ne kadar güzel olsa da adamların ne anlattığını anlamazsam sıkıntıdan patlarım. O yüzden Süreyya'da İtalyanca bir opera olan Figaro'nun Düğünü'nde Türkçe üst yazı olduğunu görünce hem sevinip hem de şaşırmıştım; böyle bir şeyin var olduğunu bile bilmiyordum. Hatta yanlış hatırlamıyorsam operanın kataloğunda da aryaların Türkçe sözleri yazılıydı. Tam benlik!

Birkaç ay sonra 1. İstanbul Opera Festivali'nde en sevdiğim sopranolardan Eva Mei'in baş karakterlerden Konstanze'yı canlandırdığı Mozart'ın Saraydan Kız Kaçırma (Die Entführung aus dem Serail) operasına gittim. Bu sefer Yıldız Sarayı gibi açık bir alanda olacağı ve üst yazı olamayacağı için aryaların İngilizce çevirilerini basıp yanımda getirdim. Her yeni arya başlarken kısaca göz gezdirdim sözlere. Böylece en sevdiğim aryalardan biri Martern Aller Arten'de Konstanze niye Selim Paşa'ya (evet, opera Osmanlı Devleti'nde geçiyor) hem yalvarıp hem de sinirleniyor, bunu anlayarak dinledim.

Sizlere de tavsiyem, operaya bir şans verin ve özellikle ilk operanızı üst yazı olan bir yerde izleyin. Hem müziğin tadını çıkarın hem de soprano sahnede niye kendini parçalarcasına şarkı söylüyor ya da sahnede neden herkes gülüyor rahatlıkla anlayın.

amadeus gif ile ilgili görsel sonucu

Üniversitede ise küçük bir Fransızca maceram oldu. Çocukluğumdan beri dinlediğim klasik Fransız "chanson"ların etkisi, İsviçreli buz patenci Stéphane Lambiel'e ve Alain Delon'a olan hayranlığım, 60'lar sevgimin büyümesiyle Serge Gainsbourg & Jane Birkin'in bohem havasına özenmem derken ben neden Fransızca öğrenmiyorum dedim ve Fransız Kültür Merkezi'ne yazıldım. Yaklaşık 1 yıl süren kursa tamamen hobi olarak gittim ve çok şey öğrendim. Benim gibi bir şekilde Fransızca'yla ve Fransa'yla ilgilenen herkes orada toplanmıştı. Fransız hocalarımız bize bol bol dinleme egzersizi yaparak öğretti dili, tabii ki şarkılar da dinletti. Jacques Dutronc'lar, Gilbert Bécaud'lar... Zaten o zamana kadar sevdiğim Fransızca şarkıların İngilizce çevirilerine bakıp öyle dinliyordum, kurs sonunda da çeviriye bakmadan ne dediklerini anlayabiliyordum aşağı yukarı. 


Jane & Serge

Henüz Fransa'ya gidemedim ama dil sevdam beni bambaşka dünyalara götürdü. İngiltere'ye mesela. Bir dönemi hem okumak hem de bambaşka bir kültürü deneyimlemek için orada geçirdim. İngiliz edebiyatına, tarihine ve en önemlisi müziğine ilgim olmasaydı asla kendimi orada bulmazdım. Bu ilgimin temelinde de dil yatıyor. Dile hâkim olmasaydım o kültürü ondan hoşlanıp hoşlanmayacağımı anlayacak kadar tanıyamazdım. 

Bütün bu bahsettiklerim, şu an aklıma gelen en somut örneklerden sadece bazıları. Dilin ve müziğin ön plânda olmadığı bir günüm geçmiyor. Dil, tutkularıma ulaşmak ve onları anlamak için bir araç oldu. Beni besledi, hem ruhsal hem de entelektüel olarak geliştirdi, bana yeni evrenler gösterdi, hayatımı şekillendirdi. 

Dil, "CV'de güzel dursun" diye öğrenilirse ancak CV'de güzel durur. Kişiye pek bir şey katmaz. Ama başka kültürleri, başka sanatları tanımak için canı gönülden öğrenilirse...işte o zaman kişinin bir parçası olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder