17 Aralık 2017 Pazar

Huzur ve kaçışın müzikteki adresi: Exotica

Martin Denny'nin türe adını veren 1957 tarihli albümü

2017'nin son günlerinde en iyi albüm ve en iyi çıkış yapan sanatçı listeleri yapıladursun, ben sizi çok özel bir müzik türüyle tanıştırmak istiyorum. Dinlediğiniz anda size meditasyon yapmış hissi yaşatan ve uzak diyarlara götüren bir müzik...

Türün adı: exotica. 1950'lerin başında ABD'de ortaya çıkan tropikal caz formunda ve genelde enstrümental ve hafif tempolu bir müzik türü bu. Lounge, chill out ve meditasyon müziği tarzına da yakın olan exotica'nın öne çıkan özelliği; piyano ve flüt gibi klasik enstrümanların yanı sıra marimba, bongo, conga, ukelele ve bambu çubuğu gibi etnik çalgıların da kullanılması. Aynı zamanda ormanların egzotik havasını canlandırmak için tropikal kuş sesleri ve maymun çığlıklarıyla da karşılaşılabiliyor bu türün şarkılarında.

Adının da çağrıştırdığı üzere exotica, hem kullanılan bu enstrümanlarla hem de ritim ve melodileriyle uzak diyarların ve antik zamanların atmosferini oluşturmayı amaçlıyor. Tabii "egzotizm" göreceli bir kavram olduğu için bu tür bir Amerikalı için palmiye ağaçlarıyla bezeli adaları çağrıştırırken bir Avrupalı için "oryantalizm"i ve dolayısıyla Uzak Doğu'yu çağrıştırabilir. Aslında 1950'lerin başında ABD'de çıktığı için exotica ağırlıklı olarak Polinezya adaları, Karayipler ve Hawaii'nin atmosferinin canlandırıldığı bir türdür. Pasifik adalarının Tiki kültüründen ve Haiti'nin Voodo kültüründen izler barındırır. Bir yandan da Afrika, Güneydoğu Asya ve Güney Amerika'dan da esintiler taşır.

Peki bu tür nasıl ortaya çıkmış, nasıl popüler olmuş? '50'li yılların ABD'sinde banliyölerde oturan orta yaşlı ve orta gelir düzeyine sahip, II. Dünya Savaşı'na tanık olmuş insanları canlandırın gözünüzde. Bu insanlar ABD'nin Pasifik'te sürdürdüğü savaşın hikâyeleriyle büyümüş, hatta bazıları denizlerdeki bu savaşlara bizzat katılmıştı. Seyahat imkânları da kısıtlı olunca hayallerinde yarattıkları bu egzotik dünyayı evlerinde canlandırmalarını sağlıyordu exotica müziği.


Türün ilk örneği olarak ABD'li müzisyen Les Baxter'ın 1951 yılında kaydettiği Ritual of the Savage albümü kabul edilir. Baxter'ın izinden giden Martin Denny ise Baxter'ın Quiet Village şarkısını da coverladığı 1957 tarihli albümlü Exotica ile birlikte bu türün babası olarak anılmaya başlar. Yma Sumac, Arthur Lyman ve Bas Sheva gibi müzisyenlerle birlikte exotica türü popülerleşmeye başlar ve 50'li ve 60'lı yıllarda bu türde milyonlarca plak satılır. Hoş, ben evde ne zaman bu müziği çalsam annem hep küçüklüğünde babasının pikabında bu tarz müzikler dinlediğini hatırlar. 

Mad Men 2. Sezon 11. Bölüm "The Jet Set"te Don ve Joy, dertsiz tasasız Kaliforniya villalarında

Ben ise bu türle birkaç yıl önce Mad Men sayesinde tanıştım. Benim için dizinin en iyi bölümlerinden olan 2. sezon 11. bölüm "The Jet Set"te ana karakter Don Draper'ın Kaliforniya'da bir grup egzotik ve göçebe hayat süren zengin insanla tanıştığı sahnelerde Martin Denny'nin Misirlou yorumu çalıyordu. Ortama o kadar uygun ve o kadar huzur vericiydi ki aslında eskiden beri çok yakın olduğumuz (Zeki Müren'in Yaralı Gönül şarkısı bu anonim melodinin Türkçe yorumudur) melodinin izini sürdüm. Böylece Martin Denny ve exotica dünyasına ilk adımlarımı attım.

Siz de bu dünyaya giriş yapıp kendinizi Hawaii sahillerinde palmiyeler altında içkinizi yudumlarken hayal etmek istiyorsanız şu albümden başlayın derim:

23 Nisan 2017 Pazar

Monterey Pop Festivali 50 yıl sonra Aşk Yazı'nı geri getiriyor

Woodstock'tan önce Monterey Pop vardı. "Summer of Love / Aşk Yazı" deyişinin çıktığı yaz, 1967'nin 16-18 Haziran tarihlerinde Kaliforniya'da düzenlenen festivale, rock festivallerinin atası diyebiliriz. Bütün müzisyenlerin para almadan gönüllü olarak yaklaşık 200.000 seyirciye çaldığı festival, 50. yılı şerefine bu sene aynı tarihlerde aynı yerde tekrar düzenlenecek. 

Nasıl ortaya çıkmıştı Monterey Pop Festivali fikri peki? Dönemin en önemli müzik yapımcılarından Lou Adler, Paul McCartney ve The Mamas & The Papas'la rock 'n' roll müziğin bir türlü caz müzik kadar saygın bir yere konumlandırılamadığından konuşuyordu. Bunun için Monterey Caz Festivali'ne bir alternatif olarak Monterey Pop Festivali'ni düzenleme kararı aldılar. Bir danışma kurulu kuruldu ki kimler yoktu ki içinde: Paul McCartney, Mick Jagger, Rolling Stones'un efsane yapımcısı Andrew Loog Olham ve Paul Simon sadece birkaçı...

Bu danışma kurulundan Paul McCartney ve Andrew Loog Olham, Jimi Hendrix'in festivalde çıkmasını öneren isimlerdi. Onlar olmasaydı Jimi Hendrix bu kadar popüler olmazdı büyük ihtimalle. Zira o sıralarda İngiltere'de yeni yeni tanınmaya ve sevilmeye başlanan ikon henüz  ABD'de pek tanınmıyordu. Grubu The Jimi Hendrix Experience ile Monterey Pop'ta gitarını yaktığı meşhur performansını sergilemesinin ardından hem festivalle hem de o "çiçek çocuk" dönemiyle özdeşleşen isimlerin başında geldi.



Janis Joplin de aynı şekilde Monterey Pop ile ünü yıldızlara ulaşan isimlerdendi. Columbia Records, Joplin ve grubu Big Brother & The Holding Company'nin bu festivaldeki performansından etkilenerek grubu bünyesine dahil etmişti. Festivalde ayrıca The Grateful Dead, Simon and Garfunkel, Jefferson Airplane, The Who, Otis Redding, The Animals ve Ravi Shankar gibi önemli isimler de yer almıştı.

Festivale katılan isimler kadar katılmayanlar da ayrı bir meseledir. The Beach Boys ilk başlarda çıkacak gibi görünse de Brian Wilson'ın psikolojik sorunları ve Carl Wilson'ın başının askerlik yüzünden dertte olması nedeniyle çıkamadı. Bu hayal kırıklığı grubun bir sonraki albüm satışlarına da olumsuz olarak yansıdı. Bob Dylan, geçirdiği motosiklet kazasından hâlâ toparlanamadığı için daveti reddetmek zorunda kaldı. Beatles ise yaptıkları müziğin artık sahnede icra edilmesinin zor olması sebebiyle katılmadı. Rolling Stones ve Donovan da uyuşturucu olayları nedeniyle çalışma vizeleri çıkmadığı için katılamayanlardan. Yine de Brian Jones bütün ihtişamıyla izleyici olarak katıldı festivale, hatta Jimi Hendrix'i bizzat kendisi sahneye davet etti.



ABD'nin yarattığı kapitalist sisteme müzikle, dansla ve sevgiyle karşı çıkan hiç de azımsanamayacak bir grup gencin buluşma noktası oldu Monterey Pop Festivali. Kendinden sonraki Woodstock gibi ticari olmayışı da festivali daha saf hâle getiren detaylardan biridir. Hippie'lerin marşı diyebileceğimiz San Francisco (Be Sure to Wear Flowers in Your Hair) de bu festivalden çıkmadır. John Phillips'in yazıp Scott McKenzie'nin söylediği bu şarkı, Aşk Yazı'nın özeti gibidir bir nevi:



Bu ilham verici festivali 50. yılında anmak için fikir babası Lou Adler ve organizasyon şirketleri Another Entertainment ile Goldenvoice Present bir araya geldi ve artık karar kesin: Monterey Pop, bu sene yine 16-18 tarihleri arasında 2017 versiyonuyla müzikseverlerle buluşacak. 50 yıl önce aynı festivalde sahne alan Eric Burdon & The Animals, Booker T., The Grateful Dead'den Phil Lesh'in yanı sıra Jack Johnson, Leon Bridges, Regina Spektor ve babası Ravi Shankar'ın anısına Norah Jones da sahne alacak isimler arasında. İlki kadar görkemli olması beklenmese de heyecan verici bir etkinlik olacağı kesin. Biletler taze satışa çıktı, gidebilen gitsin ve saçına çiçek takıp festival ruhunu yaşasın diye. Ayrıntılı incelemek isteyenler buraya gidebilir.

Festivalin 50. yıl kutlamaları kapsamında usta yönetmen D. A. Pennebaker'ın belgelediği film de ABD'de sinemalarda gösterilecek. The Animals'ın festivale ithaf ettiği Monterey şarkısı eşliğinde belgeselin fragmanını izleyin ve kendinizi üç dakikalığına orada hayal edin:

  

28 Şubat 2017 Salı

Amadeus, orkestra eşliğinde beyazperdede


Tam 7 yıl olmuş  Amadeus'u izleyeli. Hayatımı değiştiren filmlerin başında geliyor. Peter Shaffer'ın aynı adlı oyununun 1984'te filme uyarlanmış hâli Amadeus. Miloš Forman'ın yönetmenliğinde ve Saul Zaentz'in yapımcılığında bir başyapıta dönüşen film tam 8 Oscar ödüllü. En İyi Erkek Oyuncu ödülüne birlikte aday olan iki isim, yani Tom Hulce (Mozart) ve ödülü kazanan F. Murray Abraham (Salieri) bu filmle kariyerlerinin doruk noktasında. Filmle iç içe geçen Mozart'ın müziği sayesinde etkileyicilik dozu en yüksek seviyelerde. Öyle ki Sir Neville Marriner yönetimindeki soundtrack, 6.5 milyondan fazla satarak tüm zamanların en popüler klasik müzik kayıtlarından biri.

Amadeus'un 24-25 Şubat'ta Zorlu PSM'de orkestra eşliğinde gösterimi olacağını duyduğumuzda arkadaşlarımla hemen bilet aldık. Hatta ben konsepti öğrenmeden önce film hiç gösterilmeyecek, sadece orkestra soundtrack'ini çalacak sanıyordum. Meğer tam tersi film orkestra eşliğinde izleniyormuş. Özellikle bu filme ve film sayesinde Mozart'a aşık olan benim için heyecan verici bir deneyim olacağı belliydi. 

Film, Mozart'ın Don Giovanni operasının uvertürüyle ve Salieri'nin Mozart'ı öldürdüğünü iddia eden çığlıklarıyla başladı. Ve tabii ki coşkulu 25. Senfoni... Daha ilk bu sahneden orkestranın çaldığını unutmaya başladım. Filmdeki her bir repliği ve notayı ezbere bilmemin verdiği alışkanlık ve orkestranın filmle uyumunun bunda etkisi olsa gerek. Filmde opera sanatçılarının söylediği aryalar ve günümüzde bulunması zor olan eski tip piyanoların çaldığı sahneler dışında müzik birebir çalındı. Bir-iki yerde senkronizasyon kaçar gibi olsa bile şef Ludwig Wicki hemen durumu toparladı. Bir yandan önündeki bilgisayardan filmi takip ederken bir yandan Orkestra İstanbul'u yönetti. Gökhan Aybulus ise filmin ortasında çalan 22. Piyano Konçertosu'nu ve filmin bitiş jeneriğine eşlik eden 20. Piyano Konçertosu'nu canlı canlı çalarak notaları özenle içimize işledi.



Filmi onlarca insanla dev perdede bir salonda izlemek, evde tek başına DVD'den izlemekten çok farklı bir deneyim. Mesela kendini delicesine Tanrı'yla yarıştıran Salieri'nin çılgın plânları ve gerçekleşmesine sevindiği kötü olaylar için "And you know what happened? A miracle!" demesi çok daha komik geliyor. Mozart'ın abartılı kahkahasına siz de karşılık veriyorsunuz perdenin öteki tarafından adeta. Filmin sonunda Lacrimosa eşliğinde evdeki gibi hüngür hüngür ağlayamıyorsunuz, sessizlik ve peçete şart.

İçimde kalan tek şey, filmin Director's Cut olmayan versiyonunun gösterilmesiydi. Bu standart versiyonda film daha kısa. Çok büyük bir eksiklik olmasa da "olsaydı bazı şeyler daha iyi anlaşılırdı" denilen sahneler çıkarılmış. Filmi izleyenlere ve izlemeyenlere kesinlikle Director's Cut versiyonunu da izlemelerini öneririm. Pişman olmazsınız.

Gecenin sonunda kendinizi "Yahu Mozart bile ölmüş, ben ölmüşüm ne yazar?" derken bulabilirsiniz. Benim gibi filmin perde arkasını anlatan The Making of Amadeus'u izlemişseniz, filmi özel yapan ufak detayları hatırlayıp ekibe tekrar hayran kalabilirsiniz. Tom Hulce'ın film boyunca piyano çalarken her bir notayı doğru bastığını ve hiç dublör kullanmadığını mesela. Ya da Elizabeth Berridge'in (Constanze) defalarca çekilen "Nipples of Venus" şekerlemelerini yediği sahnede artık yemekten bıktığı halde "They're wonderful!" demesinin zorluğunu. Filmle ilgili tüyleri diken diken eden bilgilerden birini hatırlayacaksınız belki opera sahnelerinde: filmde kullanılan opera salonunun iki yüz yıl önce bizzat Mozart'ın Don Giovanni'yi yönettiği salon olmasını.

Bu özel filmi kendine yakışır bir şekilde özel bir deneyimle biz seyircilere sunan, emeği geçen herkese teşekkür etmek isterim buradan. Tabii ki filmi yaratıp gerçekleştirenlere de. Ve elbette o güzel müzikleri yaratan çılgın ve sevgili Wolfie'ye de...




7 Ocak 2017 Cumartesi

La La Land: Modern bir peri masalı


"...Are you a lucky little lady in the City of Light
Or just another lost angel?
City of Night, City of Night..."

La La Land'nin baş kadın karakteri Mia beyaz perdede Los Angeles'a gelip oyuncu olma hayalleriyle belirdiğinde The Doors'un L.A. Woman şarkısından bu sözler geldi aklıma.

Işıklar Şehri, Melekler Şehri, La La Land... Los Angeles gibi büyülü bir şehir için takılacak ne çok lâkap var, değil mi? E, hak ediyor. Damien Chazelle de bu şehrin büyüsünü retro ve modern hâliyle buluşturup müzikli, danslı, masalsı ve asla "cheesy" olmayan romantik bir hikâye; bir görsel-işitsel şölen yaratmış.

"Cheesy" olmayan romantik bir hikâye kısmı çok önemli çünkü hele bir de müzikalse bayat ve yavan bir aşk hikâyesi hiç mi hiç çekilmiyor. Ama La La Land bundan çok uzak; bir yandan tesadüfler, müzikler, danslar ve hatta direkt göndermelerle eski Hollywood filmlerine göz kırpıyor bir yandan da hayalleri uğruna aşktan bile vazgeçebilecek derecede modern bir çiftin portresini çiziyor.

Mia oyuncu olma hayaliyle, Sebastian ise bir caz kulübü açma hayaliyle Los Angeles'a yerleşen iki genç. Birkaç karşılaşmadan sonra birbirlerini tanımaya ve istemsizce birbirlerine çekilmeye başlıyorlar. İkisi de sanatları konusunda o kadar tutkulu ki onları bir araya getiren etkenlerden birinin bu tutku olduğu çok açık. Mia, bilerek Casablanca filminin çekildiği mekânlardan birinin tam karşısındaki bir kafede çalışıyor, Sebastian ise sabah kahvesini inatla artık bir "samba & tapas" barı olmuş eski bir caz kulübünün karşısında içiyor.

Emma Stone ve Ryan Gosling'in uyumunu ve kendilerini adadıkları belli olan şarkı ve dans performanslarını alkışlamak gerek. İlham aldıkları Fred Astaire & Ginger Rogers'la kıyaslarken biraz merhametli olmak lazım çünkü dediğim gibi eski Hollywood'a göz kırpıyor, tıpkı onun gibi olmaya çalışmıyor. Bu çift çok daha mütevazi, modern ve samimi; üstelik bu filmde ön plânda olan onların hikâyesi - dans ve müzik değil. Dans ve müzik, hikâyelerini süsleyen ve hislerini anlamamızı sağlayan bir çerçeve. 



İşte bu yüzden La La Land'de bazı müzikallerdeki gibi abartılı koreografiler, saatlerce uzayıp giden şarkılar ve bunların yanında basit ve sığ kalan bir aşk hikâyesi bulmak mümkün değil. Ve yine bu yüzden müzikalden nefret ettiğini iddia eden (ben de tıpkı Sebastian gibi bir şeyden nefret etmenin fazla kolay ve düşünmeden söylenilen bir ifade olduğunu düşünüyorum) kişilerin de zevk alabileceği bir film. İnsanlar her iki sahneden birinde durduk yere şarkı söylemeye başlamıyor, şarkılar ve müzikler öyle güzel yazılmış ve öyle uygun yerlerde giriyor ki hiç sırıtmıyor ve hikâyenin bir parçası olarak yerlerini alıyor. 

Karakterleri buluşturan ve film boyunca yer yer duyduğumuz Mia & Sebastian's Theme gibi...Ya da benim favorim olan City of Stars... Şu ana kadar izlediğim en güzel film sahnelerinden birinde çalıyor: Sebastian aşık oluyor olmanın verdiği tuhaf bir sakinlik hissiyle tıpkı bir ninni gibi olan şarkıyı söylüyor iskelede, şehir ışıkları bir bir yanmaya başlamışken... Günün en güzel saati - güneş batıyor, hava mavi-mor... Zaten filme bu masalsı tadı veren de film boyunca kullanılan bu mükemmel mavi-mor tonları. Şarkı bir kez daha karşımıza çıkıyor filmde, bu sefer Mia'yla birlikte evde piyano başında bir düet yapıyorlar. Ryan Gosling, "klasik bir müzikal oyuncusu gibi mükemmel" olmadığı için mükemmel olan sesiyle, Emma Stone'a bakışlarıyla ve rahatlıkla piyano çalışıyla bu parçada ışıldıyor - bu arada kendisine film bittikten sonra aşık olmamak elde değil. 



Filmi en masalsı yapan sahnelerden biri de planetaryum sahnesi. Çiftin sinemada Rebel Without A Cause'u izledikten sonra filmde görülen planetaryuma gittiği ve aşklarının filizlenmeye başladığını en büyülü şekilde anlatan mini-fantastik sahne, bana Disney'in 1950 yapımı Cinderella'sını anımsattı. Mia ve Sebastian'ın valsi, tıpkı Prens ve Cinderella'nın balodaki valsi gibi romantik, masalsı ve dinlendirici- acaba eski Hollywood'a gönderme yaparken Disney filmleri de dahil miydi diye düşündürtmedi değil...



Film, eski Hollywood'a bir saygı duruşu niteliğinde oluşu, renklerin etkileyiciliğini kullanışı ve müzikal filmlere göndermelerle dolu oluşuyla Woody Allen filmlerini de anımsattı bana - Cafe Society ve Everyone Says I Love You'yu düşünün. Bir yandan da kendisi gibi başka modern ve orijinal bir romantik komedi olan 500 Days of Summer'ı düşündürdü - o bir müzikal değildi belki ama müzik fazlasıyla ön plândaydı hatırlarsanız. Fakat La La Land, 500 Days of Summer'a göre çok daha romantik ve tek taraf ağırlıklı değil aşk - tam tersi: Mia ve Sebastian, geçirdikleri zorluklara rağmen "Seni her zaman seveceğim." diyecek kadar sevgi ve minnet dolular birbirlerine.

Mia ve Sebastian'ın ilişkisi modern bir peri masalı çünkü klasik "adam ve kadın tanışır, aşık olurlar, zorluklar yaşarlar ama sonunda evlenip mutlu sona ulaşırlar" temasına birebir uymadığı hâlde o bildiğimiz masallar kadar büyüleyici ve romantik fakat çok daha zorlukla ve seçimle dolu. Günümüzde gençlerin kendi hayallerini öncelik sırasında ilk yere koyduğu gerçeğini hatırlatıyor film: iş ve aşkı bir arada yürütmenin zorluğunu da gösteriyor; hayallerin peşinden ne kadar süre koşmak gerektiğini, kader ve seçimler arasında çizginin bulanıklaştığı yerleri ve mutlu sonun ne olduğunu da sorgulatıyor. 

Özellikle filmin final bölümünde bu sorgulamalar doruk noktasına çıkıyor ve gözyaşları da filmin yaşattığı duygu seli gibi akıp gidiyor. Ama bu gözyaşları Love Story ya da Titanic'teki gibi acı ve üzüntü kaynaklı değil: anlayış ve farkındalık gözyaşları. Çocukluğumuzun peri masallarındaki gibi aşkların aslında olmadığını ve bunun bir sorun olmadığını; kötü bir şey değil tam tersine mantıklı olduğunu fark ettiğinizde çocukluk hayallerinizle birlikte akıp giden gözyaşları.